Liberal Konsey

10.15.2005

faşizmle mücadele ve iç-tartışma

Alper bence çer çöp okuma...Sen benim bildiğim sosyoloji gibi disiplinleri sevmezsin...e bu adamlar sadece sosyolojik bağlamda okunur...MHP ve ülkücü hereket de o bağlamda sosyoloji-politoloji açısından incelenir analiz edilir...Bu hareket ve onun sözde aydınları muhatap alıp incelenmez...Sende zaten farkında olmadan psiko-sosyolojik tahlil yapmışsın ümit özdağ'a...Çok da enfes yapmışsın,aynen katılıyorum...Ben önce usul deyip,bu tip tahliller yapınca,sen bırak usülü-analizi argümanlara-fikirlere geç...bu fikirler doğru mu yanlış mı onu söyle demeye getiriyodun...O zaman Özdağ içinde denir,kardeşim bırak özdağ'ın ABD batmadı derken bilinçdışındaki soysuz kaygılarını...Adam açıklıyor ABD'nin batmadığını ona cevap ver battı mı batmadı mı...Hayır,sen doğru olanı yapmışsın,usül üzerine konuşmadan esas konuşulmaz...Yanlış usülden doğru esas çı-ka-maz...Çok güldüğüm bişey vardır,28 şubat sürecinde Demirel üniversiteleri geziyor,bi üniversitede yüksek lisans ve doktora talebeleriyle görüşüyor,talebeler esas duruşta,Demirel ellerini sıkıyor(bu kadarı bile rezalet)...Sonrada aynen şöyle diyor,talebelere..İslam'ın laiklik ve demokrasiyle bağdaştığını bilimsel açıdan kanıtlayan tezler yazın...Bende koptuydum,şimdi o talebelerden bunu vazife addedip yazan çıkmışmıdır,bilmiyorum...ama dipnotlu,kaynakçalı,çabalı-mabalı bir eser de kaleme alsa o teze tez denebilir mi...yani hukuki tabirle,olay usül yönünden bozulmuştur...esas duruşmasına bile geçilemez...ümit özdağ faşistinin hadisesinde alper de bunu güzel özetlemiş...

Özdağ gibilere iki türlü bakılır...1.reel-politik..bu kafa clear and present danger oluştuturuyor mu...yani oy potansiyeli ve siyasetbilimi bakımından 2.sosyolojik..bu adamlar nasıl böyle olmuş,hangi güdüler bu adamları böyle yapıyor,anlamak-anlamlandırmak dolayısıyla bu garabeti sıhhatli teşhis etmek bakımından...mesela tanıl bora-kemal can'ın çalışmaları bu açıdan epey titizce...Ben eksikler buluyorum biraz ama verdikleri emek mühim..Mesela Bora,bi yazısından ASAM'ı RAND corporation'a ve Özdağ'ı da Graham Fuller'e benzetmişti...Kalıpsal olarak kabaca evet ama o kadar...Fuller'in "future of political islam,2003" kitabını okuduktan sonra fuller'in sağduyulu ve isabetli teşhislere sahip artı islam dünyasına olabildiğince içeriden ve içten bakmaya çalışan bir adam olduğunu anladım..entelektüel kalite ve üslup olarak da Özdağ Fuller'in 10/1'i olsa buna da şükür derdik...Hele Özdağ'ın son 2-3 yıllık performansı alenen faşizm sınırları içinde...MHP genel başkanlığı ve MHP iktidara gelir mi...ikisi de saçma ve imkansız bence..ne clear ne present danger..Özdağ gaza gelmiş o kadar..Ama "faşizme karşı omuz omuza:)" vermek gerektiğine kesin kaniyim...Hala Türkiye için en büyük tehlike bu...Ve yine postmoern çağ realitesine uygun biçimde faşizm de medya-popüler kültür bağlamıda vuruyor...Kurtlar Vadisi her açıdan zihinlere zehir akıtıyor ve reytingleri ortada...AK Partinin gençlik kolu dergisinde bu konuda geniş bir yazı yazmıştım...aslında onu yeniden kaleme alıp,bi daha yazmak lazım...Bu dizide ırkçılık,antisemitizm,cinsiyetçilik,devletçilik,kolektivizm...ne ararsan var,sıradan-faşizm olgusunun net bir tezahürü...

Son olarak Alper'in dediğini 60'lardaki solcu ve sağcıların psikolojisine benzettim...Yani ciddi bir dış düşman var,iç tartışmayı bırakalım dış-düşmana odaklanalım stalin yoldaşı eleştirme zamanı değil şimdi..iç-tartışmalarla vakit kaybetmeyelim...Faşizme karşı birleşik cephe...

Her türden totaliterizmle de mücadele edilir,iç tartışma da yapılır...hatta bu iki çaba birbirini besler...soru hala net pure-libertarian vs liberal-democrat...

hepinize selamlar...

10.14.2005

"S" ve "..."

Kisa bir pause vererek dile getirmek istedigim uc nokta var, bu uzun tartismalara cevap hakkim baki kalmak uzere.
Birincisi postalarinizda "Buradan baslayin yazmaya..." ibaresini silebilirsiniz. O sadece mesajin nereden yazailacagini blogger'a yeni girmis insanlarin daha cabuk cozmesi amacli konmus basit bir uyari yazisi, ozel bir anlami yok.
Ikincisi bugun Umit Ozdag'in bir yazisini okudum. Yazida ABD'nin Irak'ta kazandigi ve "ABD bataga saplandi" tipi yorumlarin gercegi yansitmadigi iddialarini gerekcelendiriyor. Yazinin butununden anlasilan adamin bu iddiasinin kendi psikoloji ve temennilerini yansittigi. Siz de farketmissinizdir, "ABD bataga saplandi, beter oldu" diyen hemen herkesin kafasinda gizli bir sevinc ve temenni de bulunuyor, sebep de mesru olmayan bir sey yapanin eninde sonunda cezasini bulacagi tipinde yari ilahi adalet arayisi, yari "Ben demistim, demokratik olmayan bir mudahale sokmez, eninde sonunda halk kazanir, karsi cikarken hakliydik." deme ihtiyaci. Ilginc olan su ki Ozdag da tam ters bir duyguyla yaziyor. "Hayir, zor oyunu bozar, oyun buyuk guclerin mucadelesidir ve, kararli olduklari icin ne istiyorlarsa aldilar. Anladiniz mi simdi halk tepkisinin silahli bir gucun karsisinda duramayacagini." der gibi yani. Ben aynen de boyle anladim. Bu nasil bir bilinctir ya. Ve bu adam MHP'yi karistirmak icin "%10'lara degil %40'lara göz dikmeli Türk milliyetcileri, uyanmak zamanidir. Savas zamanidir, haydin yigitlerim." falan gibi naralar atiyor yazisinin sonunda. Tabii Aliye Ronali kan davasi konulu Turk filmlerinden cok daha korkunc bu film. Acaba bu adam genc ve kukreyen bir siyasetci olarak MHP'nin basina gecerse burda hala liberal demokrasi liberteryenizm ayirimi yapma luksumuz olacak mi, onu dusunmemiz lazim biraz da heralde.
Ucuncusu neydi ya?

Uluslarası dergide Atilla Yayla söyleşisi

Arkadaşlar,gezerken buldum,POLİCY dergisinin(bahar 2004) üstadımız Atilla Yayla ile yaptığı söyleşi...Epey ilginç ve güzel...


Turkey's Quest for Freedom

Susan Windybank speaks to famous Turkish liberal political thinker Atilla Yayla

Modern Turkey rose from the remnants of the Ottoman empire after World War I under the leadership of Mustafa Kemal Ataturk, who reinvented the country on the model of a European nation-state. Today, with its credentials as a secular democracy with a majority Muslim society located between Europe, Asia and the Middle East, Turkey is frequently used to counter fears of an impending clash of civilisations between Islam and the West. But Ataturk’s legacy has become an ossified ideology, indeed a theology—Kemalism—that clings to the idea of an all-powerful state.
It was in this intellectual climate that three like-minded Turkish academics established the Association for Liberal Thinking (ALT) in 1992. Based in the capital, Ankara, ALT remains the lone voice of classical liberalism in Turkey. A non-profit, non-governmental organisation with no direct links to any political party or movement, it publishes reports, books and journals; holds national and international symposia; and develops and carries out educational programmes on freedom and the individual, the rule of law, limited constitutional government, the free market economy and private property.
On a recent trip to Turkey, SUSAN WINDYBANK spoke with Association co-founder and current president ATILLA YAYLA about the challenges to economic and political liberalisation, Islam and democracy, and Turkey’s bid for EU membership.

Susan Windybank: The per capita income of Turkey has grown by about 2% p.a. since 1975. This looks good compared to the (partly) oil-rich Muslim Middle East where incomes have stagnated but not so good when compared to the East Asian region at around 3.6% p.a. Why has Turkey, a country with good starting conditions for economic growth, not done better?

Atilla Yayla: To understand the economic performance of Turkey we need to separate the history of modern Turkey into two parts. The first was the era of single party dictatorship, which lasted from 1923 until 1950, and the second was the period of democratic development, which started in 1950. Whatever success we have now, we gained in the democratic period when we had some freedom.
If you look at data from the first era you will see that Turkey was very unsuccessful in economic terms. The single party dictatorship did not deliver rising living standards and people were very unhappy. If it had gone on for much longer, there would have been a revolt. Fortunately, in 1950 things changed peacefully and we moved towards democracy. Since then we’ve had four military coups, but in the periods where the people dominated and politicians were elected we made some progress economically.
It’s true that we have not had as much success as countries like South Korea. In 1960, in per capita income terms, Turkey was in a much better position than South Korea. Now we are three or four times behind. Why? There are many reasons, but as a classical liberal I must say that lack of freedom is the main reason. This is a statist country. The state dominates or tries to dominate society in every respect—in social, political and economic life, in ideology, and in religion. So while Turkey has the potential to be very rich, the lack of freedom and its reflections in different segments of social life has made it a poor country.
SW: Why do you think many Middle Eastern countries have fared relatively poorly despite enormous oil wealth in some cases?
AY: Some Arabic countries have had brutal dictatorships. In Turkey, despite everything, we have had more freedom—for example, freedom to advertise, to have private property, to express yourself. We still have some problems in these areas but we are better off than many Arabic countries.
We are also the descendants of the Ottoman empire, which was very successful in its early centuries as a multicultural, multiethnic, multireligious empire. So Turkish people have a sort of self-confidence. They do not identify themselves in opposition to the West. By contrast, some Arab people don’t feel proud because they were colonised by Western countries and then there is the Palestinian problem, which is a very sensitive issue for all Muslims. So they are taking some unusual paths, which not only harm them, but also the West—like terrorism. They are rejecting Western culture as a whole, rejecting universal values, because they think they are only Western values. For example, they don’t respect multiparty politics. They think that this is something unique to Western civilisation and that there is no need for political competition. Even Egypt is, in reality, a single party dictatorship.
SW: Do you see some parallels between the period from 1923 to 1950 in Turkey and a similar period of dictatorship in countries like Spain and Italy? If so, why do you think the legacy from this era has been allowed to linger longer in Turkey when Spain, for example, gradually jettisoned its authoritarian, statist past and experienced faster economic growth as a result?
AY: This is such a difficult subject. There are some similarities between countries like Spain, Italy and Turkey because we all emerged from dictatorship. But they had a big advantage because they wanted to join the European community and this promoted their attempts to create a democratic system. There are also some cultural differences. Despite the fact that they had fallen behind Western Europe, they were European countries.
In Turkey, the situation is quite different. It’s so difficult for Westerners to understand Turkey. In 1950 we took down a dictatorship not through civil war but through the ballot box and created a sort of democracy. This resulted in two political traditions: a totalitarian understanding of republicanism, which dominated the first era, and a democratic understanding of republicanism, in which political parties competed to run Turkey. A cleavage developed between democratic political power and bureaucratic power so that in Turkey today there are two governments. One is the government of bureaucrats, who appoint themselves, who make their own budgets, who are not responsible to the people. The second is the political government, which is democratically elected by the people.
There is a fight between these two governments. The bureaucratic government tolerates democracy, but it sets limits. Within these limits the political governments can do what they wish. If they try to step outside these limits, however, the bureaucratic government stops them. A Prime Minister elected by the people, for example, does not have the last say on educational issues. Bureaucrats claim the right to decide on such issues. This is the main problem in Turkey. The bureaucratic apparatus has the real power as far as critical issues go and in critical times.
The military is the essence of this bureaucratic government, and it has a unique position in Turkey. Until recently, the parliament could not even control the military financially. The generals do not like politicians and usually accuse them of the same sorts of crimes. They use problems like Kurdish separatism or fundamentalist religious groups to strengthen their position. It is easy to understand this when you consider that we have had four military coups in the past 50 years.
SW: The military and bureaucratic elites would argue that they are the guardians of Ataturk’s vision of Turkey as a modern, secular, democratic state—
AY: —but under Ataturk there was no democracy! There was a single party dictatorship. Ataturk was not directly elected by the people. At some point in Turkish republican history, the party and the state became the same entity. Democracy is a rejection of the Kemalist heritage, which is why some people call Turkey’s democratic development a counter-revolution. I am not a revolutionary. I believe in evolution. But if we are to become a real democracy then we have to reject at least a large part of Kemalism. The bureaucratic elites are not prepared to accept this.
SW: Given how entrenched you say Kemalism is, what do you think will be the catalyst or circuit-breaker that will lead to a reappraisal of, or debate over, the Kemalist legacy?
AY: The problem is that Kemalism is not an ideology like socialism or liberalism. It is a religion and that makes it difficult to fight. You cannot have a rational debate with Kemalists. They are not debaters, they are true believers.
Another problem is the level of propaganda in compulsory education. The average Turkish person believes that everything started with Mustafa Kemal. This is not true. We experienced quite a free era before the republic was founded. In 1876, under the Ottoman empire, we had our first constitution and our first parliament. By the early 1900s we had political parties and many intellectual movements. There was political competition. When the Turkish republic was established in 1923, however, we became a single party dictatorship.
There are people and groups in Turkey who challenge Kemalism but this does not affect the Kemalist establishment. Pressure from the outside world, such as the European Union or the United States, is useful but in the end we need domestic dynamics. For these dynamics to flourish, freedom and the rule of law should come first. Without this, we cannot have a fully-fledged democracy.
SW: How do you go about promoting freedom when freedom of expression is repressed or curtailed, and the rule of law is poor?
AY: I am an optimist by nature. There are positive elements and by supporting them and trying to develop them we can break the vicious cycle we seem to be in. But we need to pick our battles wisely, to take calculated risks. This has been the Association’s strategy and the key to its survival and success. If freedom is blocked, for example, in politics, there might be things to do in economic reform. There is an entrepreneurial culture in Turkey. People want to live better lives and they are ready to work hard. But according to recent studies the Turkish state has 60% of the wealth in Turkey, so we need to privatise and reduce legal and bureaucratic formalities. Defending and promoting privatisation may, in turn, help us limit the uniformed bureaucracy in the future. If we succeed in these areas, I think we can make a lot of progress. But the main task is to break the ideological monopoly of Kemalism.
I must stress that I am not against people who believe in Kemalism and adore Ataturk. It is their choice. They have the right to organise their lives according to the ideas they believe in. I am not saying that Kemalism should not exist. Maybe Turkey even needs Kemalism. However, it should cease to exist as an official ideology and become one of a number of competing ideologies. If we can break this ideological monopoly, then I think that in 20 years or so we could become one of the most developed countries in the region, both economically and politically.
Muslim democracy?
SW: You see the Kemalist ideology as the principal obstacle to progress in Turkey, yet in the West some people argue that Islam is the main obstacle. They see Islam as incompatible with the values of freedom that you believe in. What do you make of this?
AY: My friends in the West say that such values are Western because they come from Christian, Judean and Greek traditions. This is nonsense. Of course, they have influenced these values. But what is the West? Fascism and communism were both Western phenomena. Look at the problems between Protestant Christians and Catholics, between Orthodox and non-Orthodox believers.
The values of freedom are not Western values, they are universal values. By calling them Western values you automatically alienate Muslims. Who can say that freedom is something needed only by Christians? Everybody needs freedom. Who can say that it is only in Christian countries that political power should be limited? This should be the case in every civilised country.
There are elements in Islamic culture that support a free market economy—respect for private property and inheritance, promoting trade, keeping your word. These are basic values and they exist in Islamic culture. It is matter of interpretation. This does not mean that every Islamic interpretation is compatible with universal values. There are radical groups who interpret Islam as the only way, as a complete rejection of these universal values. But we have to make a distinction. I have the right to say that I think Christians are wrong, that they are against God and that the only way is to live as a Muslim to have the chance to go to heaven. I can believe in this and live my life accordingly. But if I were to set up a political and legal system that depended on this interpretation, it would be dangerous. It would be against humanity, and in the end it would be against Islam itself.
What we need is framework values, which I depend on as a classical liberal. These are freedom, justice and peace. We need a system in which everyone can live in his/her way and accept other ways of life as long as they obey these framework rules.
SW: There has been a resurgence of Islam in Turkey with the emergence of what is called political Islam, which the military has suppressed in the past. Now the Islamic Justice and Development Party is in power and they seem quite pragmatic. Yet some observers argue that their pragmatism is just a guise and that they want to islamicise Turkey by stealth. Do you think the long-term benefits of democracy exceed the potential short-term costs of giving Islamists a voice in government?
AY: Freedom and democracy are the solution to radicalism of every kind—religious, ideological and other sorts. When you compare the Islamists in Turkey with the Islamists in Egypt or Algeria, it is clear that ours are much more moderate and civilised. Why? You can argue that the difference is that they are Arabs, but the truer explanation is political. In Turkey the political system was transformed into a sort of democracy in 1950. Democracy means participation of the people. People were able to participate in political life, including religious and conservative people. They were able to share power, at the level of municipal assemblies and at the level of central government. They saw that it was possible to be a part of a coalition. This helped them to understand democracy. For example, Necmettin Erbakan, former leader of the Islamic-oriented political tradition, was a scapegoat of the Kemalist establishment but he contributed much more to Turkish democracy than the military because he tried to establish political parties and he always led his followers through the ballot box, not through weapons and force. He believed in the process. That’s why we have more moderate Islamists in Turkey.
Political Islam is not a good term in any case. What does it mean? Islam is an integral part of Turkish culture. By excluding it from social and political life, we cannot have democracy. In every democratic country, religion influences politics. Just look at the United States right now and the influence of the evangelists. We cannot have a democracy in Turkey without Islam. In the early years of the Turkish republic the elites tried to exclude Islam completely from political and social life, which required an authoritarian political system.
Many Islamic countries still have authoritarian regimes, and the Islamic movements in opposition reflect the characteristics of those regimes. Look at Egypt. The Egyptian government uses Islam in two ways. They tell people that Islam gives character to the country and they encourage Islamist movements. But then they turn to the West and argue that the Islamists will take over if they do not stay in power, and that this will create problems for the West. So Western governments support these repressive regimes, which are seen as immoral by their own people. That’s why Americans are not liked in the Middle East.
East or West?
SW: Turkey is often described—indeed, romanticised—as a bridge between East and West. Yet European leaders don’t seem to be sure whether they want Turkey in or out, some of the former Soviet Union regimes in Central Asia and the Caucasus don’t trust Ankara, and Arab leaders are often hostile towards Turkey for historical reasons and because of Turkey’s ties with the United States and Israel.
Does it matter that Turkey always seems to be the odd man out? Samuel Huntington has argued that countries that do not clearly identify with one civilisation or another will fare poorly in possible future ‘clashes of civilisations’. He dubbed Turkey and Australia ‘torn’ countries because of their dual European and Asian identities, claiming that Australians were ‘torn’ between their Anglo-Saxon heritage yet geographic location in, and growing engagements with and immigration from, Asia. So it’s of interest to Australians to know what you think of Huntington’s thesis.
AY: Most of what Huntington says is wrong. I reject the concept of a country having an identity. Countries don’t have identities, individuals do. What is important for me is to respect freedom and the rule of law. If you say that countries should have identities, it might mean that you might have to impose an identity on some groups or individuals.
I do not see anyone in Turkey who is torn between East and West. People are finding their own way. There are some very religious people who try to obey every rule of Islam and who regularly attend the mosque and there are others who respect religion but who also follow other rules. For example, during Ramadan you can see Turkish men in restaurants waiting to break the fast with a bottle of raki on the table. There are women who cover their head, women in mini-skirts, people who live like rich Westerners and others who live like the mullahs in Iran. I like this variety. I reject the idea that a good society is a homogenous society. A good society is a rules-based society. What we need is common rules—rule of law, freedom for everybody.
Turkey is not a small country. Some 70 million people live here and since it is a crossroads we have influences from many different cultures. In some ways Turkey is a European country, a Mediterranean country like Greece, Italy and Spain. In other ways it’s a Middle Eastern country like Egypt. Although some Turkish people despise Arabic culture we actually share many things in common with Egypt. Our music is similar, our food is similar, even our mentality is similar in some senses. So Turkey is not like Chile or Ireland. In a country located in this part of the world with this history, social pluralism is inevitable. We need a political and legal framework to safeguard this pluralism. In this respect, we need secularism—not Turkish-style secularism which is authoritarian, but democratic secularism—together with the rule of law and a free market economy. I emphasise the latter because markets do not recognise religious differences. Markets unite people.
SW: On the subject of pluralism and markets, what about the Kurdish question? Kurdish regions have been lagging behind. Do you think that things would improve with greater decentralisation and Kurdish autonomy, and if so, do you think the Kemalists would let this happen?
AY: This is something the Kemalists would not allow, but as a classical liberal I definitely believe in decentralisation. People should be able to take decisions that directly affect their lives. Theoretically, one might speak in support of federalism and respect for local authorities. Some of the problems in the Kurdish area stem from our unitary centralised system. Some groups in Ankara try to control everything. There is no competition in taxing. There is cultural suppression. The Kurdish people cannot establish their own cultural institutes. They cannot broadcast in their own language. There have been some so-called reforms but until now they are only on paper.
The Kemalists say that if we decentralise the system, Turkey will disintegrate. I don’t think so, because freedom does not lead to disintegration. Authoritarianism does. Just look at what happened in the Soviet Union and Yugoslavia. But the Kemalists do not understand this and they try to centralise everything. This is not good. You cannot solve local problems by centralisation and those at the centre do not have the right to take all decisions on behalf of the local people. The current government recently tried to introduce a new law which would have decentralised the system, but it was strongly opposed by the Kemalists and their supporters. They argued that the government was trying to bring about the disintegration of Turkey under the guise of their bid for EU membership.
On joining the European Union
SW: Given that you think decentralisation would be beneficial for Turkey and that you consider the centralist, Kemalist ideology as a fundamental obstacle to progress and freedom in Turkey, does it make sense to join the European Union which is becoming more and more centralised?
AY: I support Turkey’s bid for EU membership for political reasons. Some people are surprised by this because Turks normally support EU membership for economic reasons. They think that by joining the EU they will get rich overnight. It’s not true of course. It can help but in the long run it is our own abilities and the opening up of our economy that will make us rich.
So my support is not for economic but political reasons. For example, until now we have not been able to control the military in terms of its budget. The EU pressed Turkey to adopt EU standards and one of these was that the military should be controlled by civilian politicians. So Turkey passed a law to this effect. It is one of the reasons why the establishment is not happy these days.
As a classical liberal it might seem strange to put the stress on politics and democracy, but by democracy in Turkey I also mean rule of law and freedom. If Turkey followed these universal values I would object to EU membership, but this is not the case.
I know that there are many problems in the EU, especially economically, that it is becoming more and more centralised, and that bureaucrats have more power than the representatives of the people. On behalf of harmonisation they are stifling local cultures. And the EU is protectionist. But we are in such a bad position that by joining the EU things can only get better. In economic terms, if we followed the free market fully, in 20 or 30 years we could overtake the EU, but we are not able to do this. Political problems are the biggest obstacle to a free market in Turkey. We need some outside pressure to bring about reform. The EU is one source of this pressure. If EU membership helps bring political reform, this should help us to develop a better economy.
SW: What do you think will happen if Turkey’s EU membership bid is rejected, or keeps getting endlessly delayed?
AY: If the EU keeps delaying membership there might be very bad repercussions for Turkey. The Turkish government is obsessed with beginning negotiations for membership by the end of the year. There are two main camps in Turkey, one for and one against the EU, and those against are waiting to see what will happen. If we can get a date, things will be easier for the reformers. If we cannot get a date, the conservatives—the military and some political movements—will say, ‘You see, those Europeans do not want to accept us as a member so Turkey should take a different way’. And what would this different way be? It would be an authoritarian way. I fear this. For those people like my organisation and myself who are recognised as supporters of EU membership, if we cannot get a date we might find ourselves in a very difficult position.

Tartışılan temel soru...

Tartışmalarımız belli bir noktaya geldi...O noktada soru nete biçimde karşımıza çıktı...Akla Kant'ın abidevi eserinin başlığını hatırlatan bir soru "kritik der reinen vernunft-critique of pure reason-Slat aklın tenkidi"

Pure-libertarian vs Liberal-democrat

Salt-özgürkçülük mü özgürlükçü-demokrat olmak mı?

Sıkı sıkıya tutarlı,demokrasiyi "mağlup olan ilah-the god that failed" gören,istisnasız her konuda laisse-faire mi?

Yoksa temel ilkeler noktasında tavizsiz bir özgürlükçülük,tedricen sürekli kapsamı genişleyen bir özgürlükçülük ve pratiğin teroriyi aştığı,kitabın hayat realitesini kaldıramadığı yerden itibaren demokratlık mı?

Soruyu önce teorik bağlamda koyuyorum...Net örneklerle pure-liberal vs liberal-demokrat ayrımını da konuşuruz...

Evet soru çerçevesi bu,bu konularda herkesin özlü ve açık fikrini merak ediyorum...

Tüm liberallere saygılar...

10.13.2005

Liberallik,bilgelik ve salt-tutarlılık

Doğan'ın sıraladığı maddelere katılıyorum...6.madde özellikle doğru...siyasal ve iktisadi konularda liberalizm vs liberalizm'den başka yol yok...bakın Habermas 2003 felsefe kongresinde liberal devlet ile ilgili güzel bi konuşma yaptı,hemen basındaki liberaller alıntıladı..Habermas'ın tüm formasyonu,konuştuğu entelektüel dil ve terminoloji marxist gelenek içindedir...Tabii bu frankfurt okulu tip marxizm..Ama habermas bilge bir insan mesela aynı okulun geçmiş bazı müntesipleri anti-liberal olmak için mendeburluğun dibini zorlardı..korkunç derece karamsar,melankolik,sinik ve sosyopat bir deha olan Adorno böyle biridir.Yahudi olduğu için bir süre amerikada kalmak zorunda kalmış ve bulunduğu yerden tiksinmiştir,hiçbir yahudi geri dönmemesine rağmen,o hemen savaş sonrası almanyaya dönmüştür..yani liberalizm-nefreti adamda holocaust-nefretinden fazladır desek abartmış olmayız..sonradan yazdığı bir kitapta alman nazizmi ile kuzey-amerikan liberalizmi aynı şeydir demişti,aydınlanmadan ve moderniteden nefrete etmeye kadar gitmiştir bu düşmanlık doğal olarak...müzik ve popüler kültür üzerine yazdıkları şu an ilgili akademik alanlarda başucu kitabıdır...Çünkü yazdıkları güçlüdür..Mesela ben ileride o konuda yazmayı istiyorum,yazmak gerekliliğini hissediyorum,bu alanda okumayı seviyorum ve karşıma böyle bir içselleşmiş zihniyet çıkıyor...Yani toplum içindeki anti-liberalliğin kaynağı bildiğimiz sosyalizm değil artık,onun etkisi çok çok az...Özellikle eğitimli orta-sınıf aydın çevrede,günümüz dünyasının en temel realitesi pop-kültür,medya ve sanat ile ilgili konular çok ilgi çekiyor...Bu konularda bizi modernizme ve kapitalizme bağlıyor...İşte bu yan damarlardan dolaylı ama çok etkili "propaganda" yürüyor(bu jargonu da sevmiyorum belirteyim)...

Neyse...dağıttık,sonra ayrıyeten yazayım o konuyu...Habermas'a döneyim...işte bu habermas da son tahlilde çok bilge bir dille liberalizm savunusu yaptı,yapıyor hem o konuşmasında hemde birçok yerde..Habermas olgun ve bilge davrandı çünkü amacı üzüm yemek,bağcı dövmek değil...Marxist geleneğin yaşayan en mühim adamı Türkiye'de de bu yüzden(marxist tradisyondan olduğu için) seviliyor...Peki onu tutanlar bu konuşmadan sonra naptılar...hiç bir kelam etmediler...Mesela Doğan'ın çok sevdiği hocası Hasan Bülent özel konuşmasında "yaşayan en büyük filozofsunuz,bu konuda ne düşünüyorsunuz" diye Jurgen babaya sormuş,kaynak:Doğan Hızlan...Böyle bi tutku yani habermas'a,bu sol kökenli çok kişide var..ama hiçbiri bu bilge konuşmayı alıntılamadı...Yükselen liberalizme karşı saygı duyulan tek-tük sol filozoftan biri olan Habermas kimliğine sarılıyorlar ama aynı Habermas liberal devletin önemine değinince bişey yok...Çünkü onlarında amacı bağcı dövmek,anti-liberal olmak...Şimdi böyle kişileri ciddiye almaya gerek yok...Bir yetişkin böyle davranmaz,Türk sol camiası(ki en kalitelilerinden bahsediyoruz)müstesna bikaç kişi hariç hala böyledir,çocuk gibi...İyi biz liberaller de çocukla çocuk olalım...Hayır biz Habermas gibi bizden farklı argümanlara sahip ama bilge adamları dikkate alalım...amacımız üzüm yemek olsun...popper'in deyişiyle daha iyi bir dünya arayışı...

Alper ısrarla aynı yolda yürüyor...Yalnız,isimleri gereksiz kullanıyor..Atilla Yayla o kapsamda ele alınacak bir kişi değil,Atilla hocaya haksızlık olur bu..Atilla hocada gördüğümüz bazı şeyler Türkiye atmosferinden kaynaklanıyor,tabii hocanın çizgisi kendisininde söylediği üzere yıllar ilerledikçe ılımlılaşmadı radikalleşti..ve o minvalde ilerliyor..Artı ben bazı biçimsel-dışsal tenkidlerimi hocaya tanıştığımızdan beri söylediğim zaman hiç tepkiyle karşılaşmadım,hatta ılımlı ve olumlu baktığını gördüm,ama bu konuşmalar laf-arası olduğu için öyle kaldı...işte liberal gençlerin sırf kendi kaynaklarını okuduğunu söylemiştim,son bir Bilgi'ye geldiğinde işadamlarına dair konuştuk,o da ağır konuştu,piyasa dergisinin fazla işadamı-eksenli olduğunu söyledim,amaç bir değer olarak girişimcilik kavramını aşıyor gereksiz işadamı övgüsü oluyor dediğimde,hiç unutmuyorum "o konuda belki biraz uyarı yapmak lazım" demişti...Mesela ABD meselesinde LDT üzerine düşeni yaptı liberal gençlerin saçma ABD-özdeşleşmesi kırıldı..Üstad Çandar'ı seven pek kalmadı herhalde:) Yani Atilla hocanın fikri radikal mizacı aslında ılımlı,güzelce yazmak lazım belki de...

Alper'in argümanlar üzerinden kurduğu mantığı çok beğendim ve ana hatlarıyla katılıyorum,doğru buluyorum...Alper Nozickien dili çok iyi kavramış hep öyle konuşuyor,ama farklı kaynaklardan beslenmediği için o dil tavsıyor ve bana göre bazen tıkanıyor..İşte zaten alper'in yazdıkları ışığında diyorum ki,bir yerde pratik teoriyi,hayat kitabı aşar...ve aştığı noktadan itibaren devreye "müzakere,münakaşa,meşveret" girer..diyalojik-liberaldemokrasi budur..hayatın kitabı hangi noktada aştığı belirsizdir...konuşulur,akl-ı selim bir optimum noktada uzlaşır,başka yerde yine sorun çıkar hikmet-i akl yine müzakere eder,hakiki diyalog zemininde yürür ve yine makul ve adil bir noktaya gelinir,yıllar içinde bu nokta aşınabilir yahut fazla olabilir geri çekilir...Ama sonuç olarak kesin-değişmez bir fundametale,ilkeye bağlanamaz...Temel ilkeler sabir ucu-açık bilgece dünyaya bakmak...Liberal-demokrat olmak bu zaten alpercim...Sen Etyen'i bırak,neolojizm yapıyor hatta bu yolla "bağcı dövmek" olgusuna hizmet ediyor,aşırı teorizasyon yapıyor,hastayı öldürüyor...ama salt özgürlükçü olmakla özgürlükçü-demokrat olmak arasında fark var,kabul edersin...dediğin gibi salt özgürlükçülük diye yola çıkanı hiçbirşey kesmez gider de gider...teorik tutarlılık bakımından gitmek de zorundadır..

Büyük amerikalı "founding father" liberal şair Emerson "Sıkı tutarlılık küçük akılların endişesidir" demiş,Emerson ile Thoreau Yayla ile Erdoğan gibidir onu da belirteyim...Ayn Rand da Emerson'a "esas küçük akıllı olan Emersondur,o da Kant gibi salağın tekidir" diye bir konferansında kükremiş...Sen Ayn Rand'ın uzmanısındır,bilmem hangisi haklı?

Bitmeyen senfoni

Üniversitelerdeki solcu hava bir şeyi meşrulaştırmaz tabi, böyle anlaşıldıysa yanlış ifade etmişim. Sadece Yayla'nın savunmacı psikolojisinin altında yatana dair bir tahmindi. Öte yandan gençliğin hedonist ve nihilist olduğu doğru, ama bunlar zaten politize olanlar değil ve neyi tercih ettikleri kimseyi ilgilendirmiyor. Onlar rassal olarak babalarından miras partiye oy verirken siyasi eylemleri sadece solcular yapiyor, dergileri onlar çıkarıyor vs.
Yayla’nın savunmacı psikolojisi yanlış olabilir, ama ben onun gene görüşlerinde neyin yanlış olduğunu söylemeyi tercih ediyorum, kimin savunma psikolojisiyle konuştuğunu ve bu yüzden o kişiyle konuşmaktan bir sonuç çıkmayacağını değil. Sırf birileri kendisinin söylediklerinin savunma psikolojisi ile söylendiğini düşünüyor diye görüşlerinden kim vazgeçer?

Öte yandan :
-----------
Aynı şekilde devletin var olduğu bir siyasal-ekonomik yapılanmada devlet belli temel fasiliteleri girişimciye sunduğu için piyasadaki oyuncunun kendi ütrettiğinin yüzde yüzünün kendi mülkiyeti ve tasarrufunda olduğunu düşünmesi söz konusu olamaz.
---------
paragrafı benim için de tamamen doğru. Yayla’nın görüşlerini aynı noktalarda dönüp durmakla eleştireceğimize klasik liberalizmi bu şekilde test etmeye çalışabiliriz. Bunları söylemeyeceksek “Hep aynı kaynaklardan yararlanılıyor, hep aynı konuların üzerine gidiliyor” veya her ne deniyorsa boş bence. “Niye Hans Hermann Hoppe bu kadar büyütülüyor veya onun söylediklerine önem veriliyor, kim tanıyor bu adamı, Norman Barry filozof mudur, yoksa sadece akademik midir” diye de sorabiliriz mesela, bir başka örnek olarak. Ama sadece bunu sorup bir değişim beklemek saçma, Hans Hermann Hoppe’nin söylediği şeyler arasında beni tatmin eden çok az şey olmuştu. Ama neyin tatmin edici olmadığını konuşmak lazım, yoksa “Kimdir Hans Hermann Hoppe, gene aynı tayfadan bir adam, bu kadar kısıtlı bakarsak gülerler adama…” türü bir serzeniş etmemeliyiz. Bana bir demirci ustası statik hesap konusunda atıp tutsa bile vereceğim cevap olmalı. Bu bir futbol sorunu, zemin değil o yüzden. Öte yandan ortalık her yazısında neo-liberalizme küfür ederek rahatlayan yazarlarla dolu. Bunların da hemen hepsi üniversitelerde hoca ve Yayla’ya benzer bir düzlemde dergicilik, seminer gibi işlerle meşgul bir çoğu, bunların eskiden savunduğu haliyle sosyalizm öldü, ama “ultraliberallere” saydırmak baki kaldı, hatta arttı maalesef ve benim demek istediğim Yaylanın da kendini aynı düzlemde bulunduğu bu insanları takip ederek konumlandırdığı ve o sosyalizm sayılarının böyle ortaya çıktığı, bu bir ihtimal tabi. Geçen de biri üşenmeden Hayek’i eleştirmek için bir gazete sayfası yazı yazmış durup dururken, işte bu adi neoliberallerin babası bu adam Şili'de faşistlere nasıl destek oldu aslında falan gibi (sosyalizm sayılarına kızanlara duyurulur). Görüşlerinde pek bir şey eksilmediği, bunca yabancı örneğin aksine hiç de bir yeni açılım falan da yapamadıkları ve halka en ufak bir mesaj iletemez hale geldikleri halde sosyalistten antikapitaliste dönüşümleri ve cogunun da Turkiye'nin yeni yeni kurtuldugu devlet merkezli sistemle arasinin bozuk olusu onlarin söylemlerinin post cold war gibi yeni algılanmasına yolaçıyor, ama Yaylanın sosyalizme sövmesi soğuk savaştan kalma görünüyor, tuhaf bir durum.
Her neyse, amaç futbol oynamak diyorsam topu ayağıma alıyorum ve klasik liberalizme ilişkin kendi eleştirilerimi sıralamaya başlıyorum, ilk defa yazılı olarak, ama tekmili birden değil. Olması gereken bu ve bana klasik liberalizmi savunmak isteyen beri gelsin. Ya da Atilla Hoca’nın ya da Sertaç’ın bunlara ne cevap vereceğini tahmin eden de gelebilir.
Çok basit, her zaman bağlayıcı olmayan bir gözlemle devletin çoğu zaman "kazanılmış mülkiyetin güvenliğini" sağlamanın ötesinde pazarın kendisini de sağladığı rahatça söylenebilir. Sonuçta müşterilerinizi sizin dükkanınızın etrafına hapseden bir dikenli tel örgü ile çeviren bir kurum bu ve hemen her devlet "iç sanayinin güçlenmesi için" ithalata kısıtlar koyar az veya çok. Bunu yapmaya hakkının olup olmadığı, ya da doğal durumdan böyle bir uygulamanın kendiliğinden gelişip gelişmeyeceği sorgulanabilir ve sorgulanmalıdır da. Fakat bunların dışında olarak ithalat üzerinde kısıtlar koyan bir devlette bu sayede ayakta kalan sanayici veya işadamları varsa elbette devlete kendilerine sağladıkları müşteri portföyü için de bir ekstra ödeme yapmalıdırlar, çünkü devletten aldıkları hizmet güvenlik hizmetinden kat kat fazladır, ve devlet de o aldığı fazla parayı tüm topluma harcadığında bir "backdistribution" yapmış olur (redistribution degil, yoksa böyle bir terim ben uydurmus olayim) ve global pazarda alışveriş yapamamanın sonucunda müşterinin uğradığı zarar bu şekilde teorik olarak telafi edilir.
Bu fazla verginin odenmedigi bir durum polise yetecek parayla hem polis hem de asker beslenmesidir. Hiç bir sanayici veya işadamı da böyle bir ekstra vergiye itiraz etme hakkına sahip olamaz, (ancak fazla gümrük vergilerini kendileri yanlış buluyorlarsa ve istememişlerse ahlaken halen bu vergiden kaçınma hakları saklı olabilir). Mesela yani, işte size klasik liberalizmin benim cevap bulamadığım bir sorunu. İthalat sınırlamaları kaldırılsın demek ayrı iyi bir şey, mallar değiş tokuş edilsin serbestçe. Tamam, ok. Ama ya oyle degilse, hatta oyle olmamasi bizzat ve gercekten demokratik bicimde agirlikli secilmis bir iktidar sayesindeyse. Nitekm devlet topluma dışsal bir güvenlik şirketi olmanın çok ötesinde bir organizasyon biçimidir, bunu yadsıyamayız. Neden ordu besliyoruz da daha güçlü bir devletten "Senin ordun büyük, bizim bölgeyi de koru, neyse parası ödeyelim" demiyoruz. Klasik liberalin veya klasik liberal olarak başlamış ve sonra kesmediği için önce liberteryen sonra anarko falan diye gitmeyi kendince aşama kaydetmek sanan çömezin buna cevabı ne olurdu? "Yapalım, yapmalıyız zaten, daha iyi olur özel güvenlik şirketleri, rekabet için de, hem daha iyi hizmet alırız." Peki bu "Neden yapmamışız öyleyse?" sorusuna bir cevap oluşturuyor mu? (Çünkü aptalız, toplum aptaldır, ancak akıllı bireyler olarak biz akıl ediyoruz mu?) Neden yapmamışız, çünkü insanlar bu konuda ancak "paradigma" kavramıyla açıklanacak ölçüde farklı görüyorlar durumu ve bu basit bakış açısı da neden insanların öyle baktığını açıklayamıyor. Nedir o farklılık: "Biz" ve "onlar" kavramlarının "müşteri olarak ben" ve "hizmeti satan olarak o" kavramlarından çok daha öte bir çağrışıma sahip olması. "Onlara" güvenmememiz ve güvenmeme hakkımızın olması, ve bunun bir “common knowledge” halinde sosyal bilinçte yer etmesi. Ve bu şekilde düşünen bir çoğunluğun piyasa yönelimine uymayan bir şekilde kendi güvenliğini sağlamak için kendi teşkilatını kurmaya kalkışması böyle ortaya çıkar, bu 18.’de de, 19. yüzyılda da böyle oldu. Hangi güvenlik şirketinden bahsediyoruz? (Bazıları ulus devletin gerçekten de bu şekilde ortaya çıktığını, ama zamanın değiştiğini ve sınırların kalkması globalleşme sonucu artık devletin sadece güvenlik hizmeti verecek şekilde konumlanabileceğini söylemekte. Bir yönüyle doğru, ama liberaller, ulus devletler böyle tek tek yerden biterken de devletin sadece güvenlik hizmeti vermesini istiyorlardı, arada da öyle istediler, şimdi de öyle istiyorlar. Bunun şimdi mümkün olduğu kısmen doğru bile olsa liberallerin bunu ezelden beridir mümkün görme sebebi bu yüzden teknolojinin ticaretin gelişmesiyle değil, ancak gerçekten tarihdışı bir tür bakış açısıyla açıklanabilir. Liberalizm sonsuzdan beri azalarak gelen devlet müdahalelerinin arkasından bu iletişim çağında ortaya çıkmış bir ideoloji değil ki? Bir "insan tipinden" ve “özel bir insan davranışının” karakteristiklerinden hareket eder liberalizm, “ekonomizm” teriminde en iyi ifadesini bulan, tarihten-toplumdan doğrulayıcı örneklerle değil tamamen insan yapısından yola çıkan bu haliyle belki de, öyle meta falan olmak bir yana, "ideoloji" tanımını en fazla hak eden düşünce sistematiğidir. Liberalizm insanların ekonomik yönelimleri doğrultusunda nasıl tepki vereceklerini doğru açıklıyor, ama insanların yönelimleri arasında ekonomik çıkarlardan daha öncelikli ve yaygın olanlar bulunması durumunda, mesela "biz faktörü" devreye girdiğinde, şaşakalıyor, ki bunlar çok uzun ayrı birer sadet hepsi.)
Bu ithalat kısıtı sadece bir örnek tabii devletin toplumla bir güvenlik şirketinden öte bağlarına dair. Bir işçi de kendi ihtiyaçlarını karşılayacak, organizasyonunun içinde doğrudan yeralacağı, parçası olacağı bir kurum gibi görebilir devleti ve öyle olmadığı sürece liberal devlet anlayışını serbest çalışan, yetiştiren ve satan çiftçinin devlet algılaması olarak görebilir, oysa devlete farklı bir amaç algılamasıyla sahip çıkıyordur kendisi. Ve eline fırsat geçtiğinde de bu tür bir devlet için seferber olabilir. Çoğunluğa sahipse istediği devleti kurabilir ve sadece ekonomik anlamda devletin egemen olmasını istiyorsa ahlaken de haklı olması için tek yapması gereken mallarını "bedeliyle" kamulaştırdığı çiftçi vatandaşlara vatandaşlıktan çıkma hakkı tanımak olabilir. Azınlıktaki çiftçi vatandaşlar mülkiyet haklarının, kazanımlarının korunmasını isteyebilirler, ve bu karşılanması zorunlu bir istektir. Ama azınlıktaki bu vatandaşlar herkesin onların istediği rejimde yaşamasının da bir zorunluluk olduğunu, çünkü ancak böyle bir rejimde "kendilerini gerçekleştirmek için motive olabildiklerini" ve bu motivasyonun da çoğunluğun tartışamayacağı bir doğal hak olduğunu iddia edemezler, kimilerinin sandığı gibi insanlığın mukadderatının kendi motivasyonlarına bağlı olduğunu hiç iddia edemezler.
Bu biraz da bir apartmandaki ev sahiplerinin apartmanı müteahhite verip daha yüksek bir bina ve ikişer daire olarak geri almayı istemelerine benziyor. 6. kat ön taraftaki adam "Ben halimden memnunum" diyorsa ve çıkmaya yanaşmıyorsa onun yüzünden mesela 23 ailenin mağdur olması o kişinin bireysel hakkına saygı olarak görülebilir mi? Görülebilir, ama o zaman altındaki 5 katı dozerler yıkınca da havada durmak için bir formül aramaya başlaması lazım. Çünkü kendi evini apartmandan ayrı bir dikdörtgen prizma gibi görebiliyorsan ve bu dikdörtgen prizmanın üstü altı beni ilgilendirmez diyebiliyorsan başka birilerinin de aynı şekilde düşünme hakkını tanımış olursun. O yüzden mülkiyet hakkının tanınması ve gerekli tazminatlar ayrı birer bireysel hak, ama apartmanın bütünlüğünün korunması konusu kendi başına karar verebileceğin bir konu değil. Tek gazoz açacağı bende, o zaman tüm gazozlar benim diyebilir miyiz ki?
Her neyse. Doğan'ın ilettiği liberalizm eleştirilerine, ki benim düşüncelerimin de bu doğrultuda olduğunu daha önceki bir buluşmada aktarmıştım, katılıyorum. Bu tür bir klasik liberalizm eleştirisi üzerinden gidip toplumsal ihtiyaçla ne doğrultuda çeliştiğini (daha doğrusu hak hukuk anlayışımızı toplumun niye paylaşmadığını) düşünmek daha faydalı geliyor bana. Eğer klasik liberalizm’de bu ve benzeri boşluklar yoksa Tercih en iyi romandır yazılmış ve BBC’yi özelleştirmemiz de gerekiyor dolayısıyla ve daha fazla da kitap okumamıza gerek yoktur, bize LDP yeter hatta. Ama Maltepe’de bu soruların cevabı “Oradan aşağısı hep kaplumbağa”* ile bitiyorsa bunu ancak bu soruları önce kendimize, sonra başkalarına sorarak anlayabiliriz, ve oyun biliyoruz ve yerimiz de dar değil.
*rivayet edilen odur ki Bertrand Russell bir halk seminerinde dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneşin etrafında döndüğünü anlatıyormuş. Seminer bitince herkes alkışlamış, ayağa kalmış. Russell tam kürsüden inmiş çıkışa doğru giderken yanına bir yaşlı kadın yaklaşmış ve ona güzel ve mantıklı şeyler anlattığını, ama dünyanın bir kaplumbağanın sırtında durduğunu ve bunu da herkesin bildiğini söylemiş. Russell gözleri parlayarak peki kaplumbağa neyin üstünde duruyor demiş ve kadın cevap vermiş: “Sen çok zekisin delikanlı; ama, oradan aşağısı hep kaplumbağa.”

10.12.2005

Önce usül,sonra esas

Jon elster'in benimde beğendiğim kitabı'nın çevirmeni semih lim...Benim çok yakın dostum Yunus Lim'in amcasının oğlu...O kitabı çoktan kendi çevirmişti...Basacak yayınevi için yıllardır gezdi,ankara'da bir yayıneviyle anlaştım demiş Yunus'a...Bi baktım bizimkiler basmış...Allame dostum Doğan bir bilgi yanlışı yaptı...Elster anti-marxist değildir...Kariyerinin ilk dönemi marksizm sempatizanı bir akademisyendi...diyalektik mantık üzerine araştırmalar yapıyodu,sonra kendini anglo-amerikan dünyada ciddi bir akademik gelenek olan analitik-marxist kampa dahil oldu...Dahiliyetinin manifesto kitabı da Making sense of Marx'tır...Yani bu kitap...Tabii bu geleneğin bildiğimiz anlamda politik-ekonomik sosyalizm olan marxizm imgesiyle alakası yoktur..Türkiye'de hiçe yakın bilinen çok şeyler öğrenebileceğimiz bir akademik gelenektir...Fiili politik-ekonomik gündeme dair bu ekolden bir yazarın bir kitabını biliyorum ben G.A.Cohen-If you're an egalitarian,how come you're so rich,Harvard university press,2000
Bu kitabı okumadım ben ama bu kitabın çok güçlü bir kitap olduğu yazıldı,ABD'de...mesela kendini liberal geleneğe ait gören,liberalizmin her zaman sıkı müdafiiyim diyen thomas nagel "Bu kitabın argümanlarının çoğunluğuna itiraz edemediğimi itiraf ediyorum" diye yazdı...Ben bu kitabı okumadım ama primordial-liberal tarafımla başlığına dair bile güzel bir yazı döşenmek istiyorum...Zaten bu başlığı olan bir kitabın argümanları da çürüktür...hem zaten ben eşitlikçi değilim der,baştan bu kitabın argümanlarından da psikolojik dünyamda kurtulabilirim...

Bakın,okumadığım kitap hakkında ironik dille yürüttüğüm akıl bile LDP ve LDT aracılığıyla liberalleşen ciddi sayıda kişiye temelden bir tenkiddir...Alper'e hep söylediğim şu,daha esas argümanların tartışılabilir olduğu entelektüel olgunluk döneminde bile değiliz...istisnalar hariç tabii...Yanlış zeminde doğru futbol oynanamaz...ya bırak sen zemini-memini nasıl futbol oynuyosun ona bak...İşte alper'in söylediği hep bu...Alper yine bunun sofistike örneği ama benim tanıdığım birçok liberal genç ve yeni-akademisyen tam ortodoks,true believer..

Üstadımız Atilla Yayla savaş konusuyla ilgili enfes yazısında "Kötü araçlar iyi amaçları ifsad eder" diyordu,tezkere geçsin diyen liberalleri uyarırken...Yani usül esastan yeğdir...çoğu zaman usül esası belirler...beyni açık,Popper'in otobiyografisinin enfes ismindeki gibi bitmeyen arayış için,daha iyi,daha doğru ve daha güzel için iz süren insanlardır liberaller...O manada açık fikirli ve makul olmayı söylüyorum ben,bu liberal olmaktır falan demiyorum..bunu bu kadar vurgulamamın nedeni Türkiye özelidir...İngiliz bir liberal olsam,böyle bir cümle hayatta kurmak aklıma gelmez..susarsak su içmeliyiz gibi bir söz bu Britanya fikir dünyası için...

Sonra opem minded olmak alper'in yazdığı gibi değil tabii...open minded person kimdir diye burada açıklayacak mecalim yok valla...Ama mesela close-minded bir kişiye örnek vereyim...Karşıt olduğun fikri okumayı niye bu kadar istiyosun/önemsiyosun gibi bir laf etti bana araştırmacı-yazar bir dostum...Şimdi bu soru kipinde cümlenin neresinden tutacaksın? eskilerin tabiriyle bu arabanın-cümlenin-klaksonundan başka heryerinden ses çıkıyor...

Atilla Yayla da bence kafa yapısı ve mizaç olarak fundamentalist asla değil...Ayrıca müteffekkir özelliği bi yana etik olarak gerçek bir liberal,anarşist ahlaka sahip,güç ve otorite olgularına hakiki nefret duyan biri...Bu yönüyle herkese örnektir...Atilla hoca meselesi daha komplike bir mesele...O konuda ayrı,özenli bir yazı yazmak lazım...

Gençlik içinde sosyalizmin yaygın olması gibi birşey yok...Gençliğin hedonist ve nihilist olduğu gibi bir gerçek varki çok önemli bir bahs-i diğer...Ha bunda geçmiş solcuların büyük payı var...Sol,sosyal-siyasal teori ve politik-iktisat konusunda sefalet içinde...Muhalif kitapların çoğu eğer dünyada "egemenler" varsa onlara göbek attıracak cinsten...En güzel şey sahici olmayan dandik-muhalefettir "egemen güçler" için...Sosyalizan fikirlerin gençliğin ve hatta herkesin zihnine sızdığı alanlar kültür ve medya çalışmaları,sosyal eleştiri ve özellikle sanat(film ve roman) alanları...Ama burda dikkat!!! Burada popüler bir sözcük var sistem-karşıtı...Bu sistem kapitalizm,modernizm,teknoloji v.s herşey olabiliyor...Yani Cari toplumun eleştirisi...Bunlar çok ikna edici...Bunları yapanlar sosyalist falan değil öyle diyenler bile ancak ertuğrul özkök'ün liberal olduğu kadar solcu...Likid kişiler,sistem içinde yer alan,o sistem içinden nemalanan başka hiçbirşey yapamayan şikayetçi insanlar...Sanatta bu böyle...Bilim dünyasında cari modern hayatın eleştirisini yapan solcular da fiili dönüştürücü birşey önermiyor,zaten işleri o değil...Ama bişey diyemezde haldeler sosyal&siyasal&ekonomik olarak..Peki liberaller,bu alanlardan sosyalizan fikirlerin zihne sızmalarını engelleyici bişey mi yapıyorlar? Zaten Türkiyeli liberaller bu alanlara dair asgari bilgilere bile sahip değiller...Bu açıdan gelebilecek sorulara liberallerin diyeceği hiçbirşeydir...Demekki iblis-melun solcu propaganda karşısında liberaller mücadele ed(e)miyor...Alper'in gerekçesi buydu,sol fikirler hala etkili,mücadele etmek lazım...Ha bu gerekçe sıhhatli mi,ayrı soru...sıhhatli olduğunu kabul edelim bir kısım leninist-stalinist propaganda için bu yapılanlar etkili olabilir...Ama sola meyleden çoğunluk gençlik(ki buna özel üniversitelerde dahildir,düşünen gençlerin çoğu hafif sola meyleder,buna islami kanat da dahil,ama bu gerekçelerle,siyasi-iktisadi devletçilik yanlısı oldukları için değil,çoğunluk siyasi-liberaldir ama ekonomide şüphecidir)bu tür çalışmalarla ikna olmaz...Çünkü kafalarındaki sorular bunlar değilidir...60 sonrası yeni-sol gençliğinde soruları siyasal değildi,ekonomik olarak da alternatifleri devletçilik ve planlama değildi,bi alternatifleri yoktu,sahih itirazları vardı,ama nefesleri yoktu,sonra hepsi dağıldılar ve çoğunluğu yuppie oldu...Who made most money diyen adamlar oldular...

Neyse,solcuları boşverelim...Tüm sol yayınlar yenilgi ve loser psikolojisiyle neo-liberal saldırı jargonunu kullanıyor,adamlar zavallı ve çaresiz,ne tehlikesi...Peki Türk liberallerindeki bu sıhhatsiz psikoloji nedendir? egemen ve özgüvenli bir ruhla tefekkür etmek zamanı değil mi?

Hülasa,esas konuları tartışmaktan evvel usül tartışılmalı...En başta söylediğim,Doğan'ın yazısında örneklediği ruh haliyle liberal olunamaz...Bu zeminde top oynanmaz...Maç iptal...Kozlar,argümanlar maçta sıralanır...Önce zemin hallolmalı...

Yalnız BBC konusunu unutmadım,o konuda yazı bekliyorum,Doğandan da yorum bekliyorum...
BBC konusu teori/pratik kitab/hayat dengesiyle ilgili güzel bir konu...

uzun uzun yazilar-dokuluyor yapraklar

Hayatta öğrendiğim en değerli bilgilerden biri, bir bilginin ifade edilememesinin altında yatan en önemli sebebin, onun, anlatan kişi tarafından yeterince bilinmemesi olduğudur. Bundan ötürüdür ki sözlü olanlar yerine yazılı tartışmalara daha fazla itibar ediyorum. Çünkü sözlü tartışmalarda insanlar bir çok zaman, kafalarında hasbelkader belirmiş bir imgeyi art arda değişik kelimelerle tekrarlayınca karşıdakine kendiğinden bir şeyler çağrışacağını zannediyorlar, oradan o çağrışımın çıkmayabileceğini ifade etmeye kalkışan birisinin ise verdigi karsi ornekler anlasilamayinca kisi Mauppassant'ın sicim hikayesindeki adamcagiza dönüşebiliyor.
Bir isim bulmak gerekirse bu duruma "çalçene kız arkadaş sendromu" adı verilebilir: Aralarındaki sorunu erkeğe anlatmak için söze başlayan kız, erkek arkadaşı her "yani şunu mu demek istiyorsun" diye mantıklı bir empati kurma çabası sarfettiğinde "hayır, gene anlamıyorsun..." diye tekrar başlıyorsa bilin ki orada gerçekten de somut, ifade edilebilir bir sorun yoktur, asıl sorun duyguların değişmesini itiraf etmekten kaçmaktır, fakat ezelden beri böyle olan kız kısmısı bunu bir sebebe gizlemeye çalışmaktadır.
Bunları niye anlattım: Çünkü bir kaç zamandır maruz kaldığım bir geyiğe artık isyanlardayım: Atilla Yayla hoca üzerinden sürüp giden bu geyiğe göre Yayla kapalı bir mantık işletmekte ve farklı fikirlere açık düşünmemektedir, bu da onu liberalizmin "gerçek özü" olan açık fikirlilikten uzaklaştırmaktadır.
Bu tartışma benim için akıl erdirilebilir olmanın ötesinde. Çünkü liberalizm dediğimde benim anladığım şey “açık fikirlilik” değil.
Eğer liberalizm "açık fikirlilik" ise aynı zamanda hiç bir şeydir. Çünkü mevcut ana akım doğru her yerde mutlak olarak birbirinden farklıdır, ve her yerin liberali de buna muhalefet eden, bu doğrudan farklı doğrulara toleransla yaklaşansa bu işin sonu nereye varır? Çin'de piyasacılar liberal, ABD'de emperyalizm karşıtı barış yanlısı solcular liberal, Türkiye'de Aleviler liberal (Batı basınındaki bir makalede Aleviler için liberal Müslümanlar deniyordu, okudum). Peki Nuray Mert şimdi neci, aynı fikirlerle ABD'de olsaydı kendisine neci denecekti? Ertuğrul Özkök liberal, çünkü her pazar geyik yapıyor. Can Dündar liberal, çünkü diğer solcular sendikal faaliyetlerde ömür tüketirken o banka memuresi fwd'cilar için vıcık vıcık empati ve duygusallık yazıları yazıyor. Orhan Pamuk liberal, çünkü resmi tezin aleyhinde tutum alıyor. Yaşar Nuri liberal, çünkü "evet, öylesi de olur." diyor. Nilüfer Göle liberal, çünkü devlet görüşünü seslendirmiyor, Mine G. Kırıkkanat liberal, çünkü toplumun ezberini bozuyor, ortalama değerlere ve toplumun kendisini “biz” olarak algılamasını sağlayan şeylere saldırıyor.

Nedir bu öyleyse? Liberal "O bilindik şekilde düşünmeyen, yeni tipler" demek olan bir sıfat falan mı? Bir şeyi liberal yapan "nevzuhur" olması mıdır, "azınlıktakileri savunur" olması mıdır, sivil toplumu savunur olması mıdır, kabahati kendinde aramak yoluyla “rasyonel bir insandan beklenmedik” bir tavır sergileyen kisiye mi denir? "Bu konuda daha liberal düşünmelisin." ya da "Bu kadar katı olmamalısın" dediğimizde cümlelerden kendi başına anlaşılan bir şey var mı, veya ne o şey varsa?

Bu soruya bir cevap vermeyip de "Atilla Yayla neden hala sosyalizme giydiriyor?" çeşitlemesi yapmanın anlamı yok. Çünkü

1. Eğer "liberal" yukarıda anlatılan fazlasıyla geniş, ve hatta muğlak çerçevenin adıysa zaten Memik dede ile Eftelya hariç liberal olmanin karşısında kimse yoktur.
2. Yok eğer liberalliğin bağıl bir konum biçiminde tanımlanması çerçeveyi çok genişletiyorsa, asıl dar çerçeve nedir veya onu doğrudan savunan birisi niye sirf boyle yaptigi icin liberal tanimindan ayrilmis oluyor?

Bence yerinde olan Yayla’nin savundugu seyin klasik liberalizm olarak adlandirilmasi ve bu anlamda kendisine liberal denmesi de dogru. Yaygin kullanimda ise “liberal olmak” ve “liberalizmi savunmak” farkli anlamlarda yerlesik. “Su adam konuya daha liberal bakiyor” dendiginde aslinda “su adam bu konuda liberalizmi savunuyor.” cumlesi kast edilmiyor. Sadece adamin o konuda genel gecer gorusten farkli, daha az siniflandirilabilir ve daha olumlu-makul dusundugu kast ediliyor. Bu ikisi ayni seymis gibi yapmayalim bi zahmet. Yoksa iste Yasar Nuri’nin “liberal din adami” Murat Belge’nin “liberal solcu” diye nitelenebildigi fakat Yayla’nin liberal diye nitelenemedigi sacma kavramlastirmalarin icerisinde buluyoruz kendimizi; Bİ Zahmet. Ve de Ahmet hatta. (Hürmetler Perihan hanım)

Gelelim Atilla Yaylanin fundamentalizmi bahsine, (ömrümüzü yedin bitirdin ve de tükettin bu bahisle Ozan, ömrümüzü): Ölü bir adami tekrar tekrar kaldirip dövme tutkusunun özel bir adi var mi acaba, bunu bilemeyecegim. Ama varsa herhalde durmadan sosyalizm sayilari yapan külliyat dergilerimiz bu adi hak etmiyor degil gercekten. Gene de bu konuya “anlayisli” yaklaşmak lazım. Çünkü her ne kadar Türkiye’de genel bir “zihin aciklasmasi” yaşanıyor da olsa akademikler arasında ve öğrencilerde, yani üniversite çevrelerinde sosyalizm çok geçer akçe. Bu hava özel üniversitelerde yok, ama devlet üniversitelerinde çok bariz. Biraz belki buna vermek lazım, muhatap olduğunuz çevrede öğrenciler durmadan sizle bunu tartışıyorsa, ders aralarında karşılaştığınız hocalar arasında sosyalistler varsa, her yer afiş poster dolup taşıyorsa, kendinize rakip rol modeli olarak seçebileceğiniz örnekler hep solcular, ya da liboşlaşmış solcularsa (Birikim vs) özel olarak liberalizme ilgi duyanlar dönme solcularsa, ve bu böyle sonsuza giderken liberalizm sosyalizmin anti tezi olarak yorumlanagelmişse ve tüm eski solcu gazete yazarlari bu yüzden size saldiriyorsa çok da fazla bir şey beklememek lazım.
Kimimiz sosyalistlere degil Ermeni meselesine odaklanmış, kimimiz Kürt meselesine, ama bunlar AB ile iliskilerimizin gundeme getirdigi sorunlar ve politizasyon gerektiren bu konularda Istanbullu özel üniversiteler cok daha serbest tavir aliyorlar, tartismalar oralarda bulunan akademisyenlerin belirledigi gundemler ve buyuk gazetelerde yayinladiklari yazilar uzerine olusuyor. Bilgi veya Sabanci bu konuda daha kurumsallasmis ve buyuk olan Bogazici’ne bile nal toplatiyor.
Bundan oturu devlet universiteleri ile bir farklilasma durumu var. Oralarda dogal olarak tartisma ve siyasete katki daha geleneksel mucadeleler etrafinda donuyor. İTÜ’yü ben hatırlıyorum, Bilim ve Ütopyacı kardeşlerimiz seminer üstüne seminer verirlerdi, danışman hocalarıyla da birlikte tabii ve hala da öyledirler, ve ne zaman okula yolum düşse, tarihte bir 30 yıl geriye, sosyalizm tartışmalarının ortasına dönmüş gibi oluyorum bu yüzden. Kendi liberalizm algılamam da o dönem tamamen o yöndeydi, mezun olduğum dönemden itibaren değişti, şimdi daha rahat görüyorum. Bogazici’ne arkadaslarimi ziyarete gitmistim bir seferinde, laf arasinda hemen Bogazici’ne ozgu solcular olan “alancilar” diye bir grubun ismi gecti. Orada alancilar ve onlarin temsil ettigi haliyle sosyalizm ile öbür sosyalizm türleri, şu kantinde sucuklu tost yapilmasi, digerinde sadece kasarli yapilmasi kadar gündelik bir olgu. Peki disari cikinca var mi oyle bir grup? Peki ya hep icerdeyseniz?
Üniversite ortaminin ve her üniversitenin kendine özgü bir gündemi, gruplari, dedikodulari, ayri siyasi goruslere ozgu kantinleri, mekanlari, fakulteleri, ogrenci kulupleri vs vardir ve sosyalistlerin varligi bu ortamda oldukca agirlikli bir yer tutar. Devlet universitelerinde bu boyledir ve özelleştirmeyi özel olarak savunan bir liberteryen iseniz karsiniza cikacak mücadele hep aynidir. Bu asilmasi gereken bir olgu gibi de gorunmez size, cunku bizzat tartisma halinde oldugunuz insanlardir sozkonusu olan. Sosyalizmin ölmüş oldugu yanlis veya en azindan yetersiz bir bakis acisi degil. Antisemitizm de öldü diyoruz, Kızılelma’ya gülüyoruz, globalleştik, her şey değişti diyoruz. Sonra bir bakıyoruz, AB üç kuruş burnumuzu sürtünce Türkiye’de bazıları 105 ayrı yerde (evet, yanlış duymadınız) şube açan ayrı ayrı bir sürü Kuvayi milliye dernekleri kuruluyor pitrak gibi. Adamlar Atatürk’ten sonraki bütün uluslararası anlaşmaları yırtacağız ve özelleştirilmiş her şeye el koyacağız diyorlar. Bir cok solcu gruplar da bu yonde birlesiyor eylem yapmaya basliyor. O yüzden hepimiz aynı dünyada (ve universitelerde) yaşamıyoruz. Biraz boyle bakmak lazim belki sosyalizm sayilarina.
Ikincisi bir kisi gercekten sosyalizmi dunyanin en buyuk sorunu olarak görüyor olabilir. Bu görüşte olan yüzlerce kuruluş ve yayın var dünyanın her yerinde, bunlara klasik liberal, ya da liberteryen deniyor. Birisi diyorsa ki “Ben liberteryenim, görüşüm sosyalizmin berbat bir şey olduğudur, ve benden daha az vergi alınması gerektiğidir; başka bir şey bilmiyorum.” bunu savunabildiği kadar savunsun. “Bu kadar basit değil her şey, olmamalı.” diyebilirsiniz belki, ama klasik liberalizm, ya da liberteryenizm budur, basit bulsaniz da budur, bulmasaniz da. Bundan daha ilimli olma cabasindaki sey artik klasik liberalizm olmaz, normal liberal bir demokrasi olur, refah devleti olur, ya da sosyal demokrasi olur vs. Ve bunlari savunmak isteyen bir kisi de kendisine bu ismi verirdi, klasik liberal degil. “Klasik liberalizm sacmadir, liberteryenizm su acidan yanlistir, ben klasik liberal falan degilim, ya da liberteryen degilim.” demek yerine ille de gene o isimler altinda ama o isme ait olmayan bir dusuncenin savunulmasini talep etmek, ya da kendini “klasik liberal” diye tanimlayan birisinin mesela Atilla Yayla’nin ayni ad altinda daha farkli politikalari da savunmasini istemek, (mesela DT’nin ozellestirilmemesi gibi) sacma bir sey. Klasik liberalizm devletin minimum vergi almasini ve sadece ortak cikarlara hizmet etmesini savunmaksa DT gercekten özelleştirilmelidir bu mantiga gore. “Klasik liberalizm diye bir ideoloji olmamalidir, yanlistir.” demekten cekinip “Klasik liberaller DT’nin özelleştirilmesini savunmamalidir.” demek kulagi tersten gostermek olmuyor mu?
Bir sonraki adimimiz da gidip Azmi Karamahmutoğlu’na milliyetci sevgimizin Kürt ayrilikcilari da kucaklamasi gerektigini anlatmak mi olmali yoksa?

Öte yandan Atilla Yayla’nin yazdiklarinda kapali bir mantik oldugu ve ne söylense geri sektigi gibi cok da hakli olmayan bir elestiri daha yapiliyor. Bu elestiriye iki itiraz mumkun. Ilki son donemde Liberte’den basilan kitaplarin bazilarinin yazar ve isimlerinden anlasilabilir.

Marx’ı anlamak-Jon Elster
Bekir Berat Özipek-Muhafazakarlık
Mehmet Altan- Bürokrasi mi, Burjuvazi mi?
Max Weber- Bürokrasi ve Otorite
Andre Gide- Cinayet Mahkemesi Anıları
Nazlı Ilıcak- Demokrasiyi Beklerken
Murat Belge- Türkiye`nin Hâlleri
Morton Abromovitz- Türkiye’nin Dönüşümü ve Amerikan Politikası
Etyen mahcupyan- İkinci Tanzimat

Ikincisi de su ki, mantik kapali veya kendi icinde tutarli degil bence, ama oyle diyen arkadaslar acik veya tutarsiz noktalara degil zaten kapali ve tutarli olan noktalara saldiriyorlar. Oysa bir takim acik noktalar oldugunu dusunuyorum ben. Ki bunlari da zaman zaman ifade ediyorum. Bir teori kendi varsayimlari ile her konuya bir aciklama getiriyorsa, fakat bu aciklamalar arasinda gerceklerle ortusmeyen noktalar varsa o zaman bu teorinin varsayimlarini sorgulamak gerekir. Varsayimlarini sorgulamak yerine bunu bizim icin mesela Etyen Mahcupyan’in yapmasini beklemek cok anlamsiz, hele de bunu Mahcupyan gibi sadece gozlemsel dogrular ve sofistike bir pragmatizmle yazi yazan birisinden beklemek. Bilmiyorum anlatabildim mi?
Not 1:Atilla İlhan'i fazla tanimazdim, arada gorurdum TV'de. Ama olmeden tam bir iki gun once onun hakkinda iki uc satir yazi yazmak varmis kaderde. Kismet iste.

10.11.2005

BBC ve fundamentalizm

Alper,iyi araştırmış tebrik ederim...gerçekten ters köşe bir durum oldu...Ama masada sanırım bahsedilen konuyu iki düzeyde almak lazım...Bir BBC kapatılmalıdır sorusu..Yani ingilterede BBC vergi mükelleflerine yüktür,onun için kapatılmalıdr,London-BBC şubesi yerine güzel bir otel yapılmalıdır gibi bir düşünce meselesi...Fundamentalizm bunu da diyebilir..Yani buna herkes güler,bunda hala ısrarlıyım...Researcher-writer alper dostum londra'da whitehall'da enfes thames nehrinin manzarasını gören BBC Radio binasının yıkılarak yerine turistik bir otel yapılsın diye öneren ciddi bir link bulsun fiction-writer olarak ben bu yazı işini bırakır,serbest piyasada ticarete atılırım...bakın bende linkleri ve başka haberleri de inceledim,işçi partisinin bu planı doğru bir plan,BBC'nin her biri her entelektüel için hazine değerinde olan bölümleri ayrı departmanlar olarak çalıştırılacak ve sonra kamu bütçesi yavaş yavaş çekilerek işletme özelleştirilecek...aşamalı plan,şu anki yönetim programlara çok para ayıramıyor,büyük prodüksiyonlar yapılamıyor...yayıncılık ve kaynaklar bölümünün ayrılması,buna yol açacak,tabii teknolojik dönüşümle işçi ihtiyacı çok azalıyor,kadim bir kurum olan BBC'de çok işçi var,aslında endüstri devrimini ilk yaşayan ülke olarak britanya bunu fabrikalarda da yaşadı...teknolojik dönüşüm,o dönüşümün daha az emek-yoğun istihdam talep etmesi ve eski işçiler,işte sendikalar v.s...Aynı şey BBC için geçerli sendikalar ayağa fırlamış durumda...yalnız burda belirtmek gereki işçi fazlası solcu yada muhafazakar hükümetlerin BBC'yi arpalık olarak kullanması sonucu değil...Hani biz liberaller devletçiliğe karşı çıkarken bazen o argümanı kullanırız..Bu bize ait bir kepazeliktir,70'lerdeki MC hükümetlerine dayanır,o zamandan bizim tüm KİT'ler şişti..her gelen aynı haltı yedi...Bu sivil-siyasi kültürü oturmuş Britanyada olabilecek şey değil,BBC yayın politikasında da her gelene borazanlık olur şey değil...TRT'ciler BBC örneği veremezler...BBC hakiki bir konsensüsün,her aklı başında britanyalının uzlaşacağı bir sağduyu ile yayın yapan çoğulcu bir platformdur,küçük sapmalar olur tabii,hatta son ırak saldırısında bu epey saptı...Ama Batı medyasına mukayeseli bakış,en makul ve adil yayın organının BBC olduğunu bize öğretiyor..BBC o anlamıyla bir devlet televizyonu değil,demokratik-çoğulcu tartışma sonucu oluşmuş,common acceptable ilkelere dayalı bir kamu televizyonu...Parasını o kamudan aldığı için,public opinion olgusunun tüm yönlerini tatmin etmeye çalışan bir tv...Burdaki kamusal uzlaşma kavramı,siz türbanı çıkarın siz de mini eteği uzun etekde uzlaşalım gibi ilkel bi mantık değil...Bizde hala bu böyle anlaşılıyor,kamusal uzlaşma her türlü hak ve hürriyetin ihlal edilemez olduğu kabulüyle başlar zaten...Yani biz liberallerin defaatle vurguladığı gibi o konuda compromise olmaz,o insan olmanın temel şartıdır...ama yeter-şart değildir,işte sonra konuşulması gereken konular başlar...BBC'nin kamusal mutabakatı işte böyle bir common-sense platformudur,yada öyle olma yolunda bir anlayışla yayın yapar...Öyle olmak da zorundadır,bu da britanya kamu vicdanında yerini almıştır,hatta BBC o anlamda gerçekten liberalleştirici ve demokratikleştirici bir işlev görür toplumda..fox öyle olmak zorunda değildir mesela...TRT,DT ve benzeri kuruluşlar asla böyle değildir,toplumun büyük çoğunluğuna karşı dışlayıcıdır,paralarını onlardan alırlar,oligarşik elitin emrinde manipulasyon yaparlar,Tiyatroların durumu bu açıdan berbat,bunu detayıyla yazayım bir sefer..

Konuya döneyim,BBC bölünmesi ve özelleştirilmesi o anlamda bir işletme değişimi ile ilgili,ana politikada bi değişiklik olmayacak,ingiliz hükümeti bunu konu etmiyor zaten,sonra satılma ve bu paranın kamu bütçesine aktarılması var mı bilmiyorum,muhtemelen o para BBC içinde kalır,yatırıma ve işten çıkarma tazminatlarına gider,çok kişi atılıyor çünkü,bu atılmalar dediğim gibi tabii ama haliyle o insanları da anlamak lazım...Bu küreselleşme sürecinde tün dünya için sorundur,bu teknolojik dönüşümü dünya doğru-düzgün gerçekleştirmek zorunda..Yaşanan bir devrim..geçmiş sosyal-devrim zamanlarından ders almak gerekir...Sosyalizm niye çıktı zaten?Böyle tarihsel-sosyolojik bakmak lazım...Özgürlüğü en geniş beşeri anlamıyla korumak,geliştirmek ve derinleştirmek isteyen biz liberallerin yapması gereken bu...Arabayla gitmek isteyen bir insanın benzin alması gibi...İşte fundamentalist bakış,benzin-menzin takmayıp arabayı çürüten medeniyet-karşıtı bir bakıştır... Yani alpercim...BBC satılır yeni alan BBClearning'i kapatıp BBG tv yapamaz,daha doğrusu yapmaz...İşte gülerler dediğimiz bu..bu common-sense,bu hakiki anlamıyla oluşmuş public-opinion britanyanın semasındaki atmosferdir...Onu diyorum,işte bu da harbi liberal-demokrat geleneği sonucu.. Sağol,gerçekten son gündemden haberimiz oldu senin araştırmacı kimliğin sayesinde...

Tekrar ediyorum yaşanan HongKong'un Çin'e devri,yahut Robert college high scholl'un Boğaziçi üniversitesi olması gibi birşeydir...işletmeci değişecektir,aşamalı bir planla,reklam-alma konusu liberalleştirilmiştir(çoktan yapılmalıydı) ama BBC dünyada eşi olmayan liberal-demokratik kamusal yayın platformu/servisi olma özelliğini sürdürecektir... Fundamentalist bakış,sadece satılsın der,o kadar...Liberal-demokrat duruşun özsel ve soyut düzeydeki nedensellik ve anlam bağını göremez...her fundamentalizm gibi kaba,keskin ve dogmatiktir...Liberalizmin insanları sığ ve dar görüşlü hale getirebilmesi eşyanın tabiatına aykırı bir durum ama oluyor işte...Postmodern dünyada herşey mümkün...

21.asrın dünyasının varlığın bütünlüğü ilkesini yeniden kuracak ve bu bağlamda beşeri kavram ve kurumları yerli yerine oturtacak grand-intellectuall'lara gerçekten ihtiyacı var...Liberalizmin geleceği de buna bağlı...Önce yaşadığımız atmosferi comparative ve holistic bağlamda anlayabilmemiz lazım...Balıklar olarak nasıl bir denizdeyiz?..Bu iş zor..postmodernite buna zemin veriyor ama o zemine dikeceğimiz her tuğlayı yıkmaya hazır bir demir balyoz bir o yana bir bu yana sallanıyor... Postmodernizme örnek mi?...Hem her bilim ayrılmalı,felsefeden kopmalı,kendi başına ilerlemeli gibi saf-pozitivist laflar eden,hemde tevhid ve vahdet ilkesine dayalı bir dine iman eden,yaşamını hatta eşini bu ilkeye dayalı bir tarzda isteyen liberal araştırmacı arkadaşlar:) Yani bir nevi açık göbekli mütesettir kızlar gibi...Ama ne bu araştırmacı ne de o kız yargılanamaz...liberal-demokrat bakış onları anlamamızı gerektirir,teşhis etmeden tedaviye dair önerilerde bulunamayız...Fundamentalizm teşhise aldırmadan hazır tedavi reçetelerini dayatan ve hastayı öldüren bir anlayıştır...Bunun için insan-karşıtı ve medeniyet-karşıtıdır.. _________________________________________________________________ yazmaya

10.09.2005

İnternet nelere kadir.

Bu gün eski kulağı kesiklerden bir kaç arkadaşla buluştuk. Tartıştığımız konulardan birisi de Devlet Tiyatrolarının özelleşmesini savunmanın liberalizmin fundamental bir yorumu olup olmadığıydı. Tiyatro'ya gitmeye vakit bulamayan bir kişi olarak buna "Hayır, normal bir yorumdur." dediğim tahmin edilebilir. Fakat karşısına çıkacak tiyatro sevmez bir vergi mükellefine ne diyeceği muğlak karşıtlarım BBC'nin özelleştirilmesini gündeme getirmeye kalkışacak bir kişiye İngiltere'de gülüneceğini iddia ederek cevap verdiler.
Hmm... "BBC'nin özelleştirilmesi" kulağa aslında hoş da geliyor, iyi de İngiltere'de bu niye komik bulunsun ki? Merakla hemen bunu araştırmaya koyuldum, (biliyorsunuz, artık ben tescilli bir "araştırmacı-yazar"ım) çünkü biliyordum ki, siz blog okuyucuları da bundaki komik bölümü benim gibi anlamayacaktınız. Ne yazıktır ki İngilizlerin niye güleceğini anlamama yardım edecek bir şey bulamadım, ama üzülmeyin, gene de bizlerin gülebilmesi için bir kaç link çıktı karşıma:

Bu iki link mevcut "solcu" Blair hükümetinin BBC'nin teknolojik işleri yürüten şirketinin Siemens'e satılması kararının nasıl kesinleştiğini anlatıyor.

http://www.bectu.org.uk/news/bbc/nb0227.html
http://www.bectu.org.uk/news/bbc/nb0228.html

Bu link sendikanın BBC'deki yeni bütçe kısıtlamaları ve toplu işten çıkarmalarla mücadelesini:
http://www.bectu.org.uk/news/bbc/nb0233.html

Bu linkler yakında gerçekleşmesi muhtemel BBC parçalanmalarını ve hangi parçaların satılacağını:
http://212.58.240.35/1/low/uk/411818.stm
http://medianetwork.blogspot.com/2005_05_29_medianetwork_archive.html

Şu linkte de gene BBC'nin parçalanıp satılması konusunda detaylı bir makale bulabilirsiniz:
http://www.nationalreview.com/comment/comment-murray081103.asp

Eğer verilen linklerde bulmakta zorlanırsanız sayfada "privatisation of" diye aratıverin.

Demek ki "BBC'nin özelleştirilmesi" değil İngiltere'de gülünecek bir konu olmak, İşçi Partisi hükümeti tarafından başlatıldığında bile normal karşılanacak denli topluma malolabilen bir gündem.

Dear Hakan Demirel'den rivayet olunur ki, Atilla İlhan TRT2'deki bir konuşmasında "Cumhuriyetin, şeker fabrikaları ve o dönem temelleri atılan demir-çelik fabrikaları vs ile özdeşliğinden dem vurup, bu fabrikaların özelleştirilmesinin cumhuriyet felsefesinin artık ortadan kalkması demek olduğunu" söylemiş. Ama görüldüğü kadarıyla İngiltere, BBC ile kendi devlet anlayış ve gelenekleri arasında benzer bir özdeşliğin bulunduğuna inanmıyor. Peki bu tür özdeşliklere onların yerine inananlara ne demeli? Evet, bildiniz: "Kraliçeden fazla Kraliçeci"