Liberal Konsey

11.02.2005

Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen.

Ahmet’in de yerinde tespitiyle iktisatla haşır neşir insanlar iktisadi yaklaşmaları daha çok seviyorlar herhalde. Peki kimilerimizi zaman zaman rahatsız eden, sosyal olguların tümünün üstüne sanki iktisadi olgularmış gibi iktisadi yaklaşımın birer türeviyle gidilmesi olabilir mi? Belki benzerlikler ve farklılıklar üzerine gitmek bir sonuç verebilir.
Aslında biz biliriz ki çoğu insan aklını sadece ekonomik çıkarlarını maksimize etmek için kullanmaz. Ama iktisatta, behavioral economics gibi yeni yönelimleri saymazsak, çoğunlukla “ekonomik çıkarlarını” maksimize etmek isteyen rasyonel bir insan tipi temel alınır. Sonra da bu davranış kalıpları takımına uygun “adil” ve “gayri adil” davranışların hangileri olacağı listelenir ve gayri-adiller yaptırımlara tabi tutulur.
Peki neden gerçekte tüm insanlar “ekonomik insan” olmadıkları halde adil ve gayri adil onlara göre belirlenir? Herhalde bunun sebebi şu: Vahdet-i vücut ilkesine inanmak insanın Burger King’de daha büyük hamburgeri daha ucuza yemek istemesi konusunda bir fikir vermiyor; veya veriyorsa bu, ekonomik açıdan değerlendirilebilir bir bilgi değil.
Belki şöyle bir örnekle anlatmak daha doğru. Biz 10 kişiyiz, köşede bir bakkal var ve hepimiz oradan alışveriş yapıyoruz. Kimimiz başka bir yer olmadığı için, kimimiz bakkalla ahbap olduğu-arkadaşlığı, dostluğu sevdiği için, kimimiz alışkanlıklarına bağlılıktan ötürü… Aramızdan bazıları FB’li bazıları GS’li, bazıları ise BJK’li. Derken 50 metre ileride bir süpermarket açılıyor, ve bu süpermarkette mallar çok küçük bir fiyat farkı ile daha düşük satılıyor. Aramızdan ilk başta sadece iki kişi, ki bunlar sadece ekonomik faydalarını gözeten iki kişidir, direkt süpermarkete gitmeye başlıyorlar o küçük fiyat farkı ceplerinde kalsın diye. Bakkaldan halen alışveriş yapan 8 kişi ahbaplığa veya alışkanlıklara nispeten daha çok önem verenler oluyor. Ama bakkal müşterileri azaldığı için gene de bütçesini döndürmekte zorlanmaya başlıyor ve o güne kadar sakınca görmediği veresiyeyi kaldırıyor. O zaman bu kalan 8 kişi arasında en “ekonomi” duyarlı 3 kişi daha ayrılıyor ve peşin ödemede daha ucuz fiyatlı olan süpermarkete geçiyor. Bu durum bakkalı iyice zorlamaya başlıyor, ve bakkal sadece daha karlı olduğu bazı ürünlerin çeşitlerini arttırıp çok düşük kar ettiği ürünleri kaldırmaya başlıyor. Ve bu sefer gene ahbaplığa ve alışkanlıklarına büyük önem veren mevcut müşteriler arasında da bazıları aradıkları ürün orada olmadığı için, yani gene ekonomik bir tercihle süpermarkete yönleniyorlar ve geride sadece ahbaplığa en büyük değeri veren, malmış, fiyatmış bunları takmayan 2-3 kişi kalıyor. Bunlar her köşe bakkalında gördüğümüz, bir yandan alışveriş yaparken bir yandan bakkalla “Vay dün fenerin maçı nasıldı, yarın bize gelsene, bir okey çevirelim.” şeklinde insani ilişkiler kurmaktan ve sohbetler yapmaktan hoşlanan bizim insanlarımız. Ama onların alışverişi de bakkalı kurtarmıyor ve bakkal batıyor. Bu yüzden onların da sonu soğuk süpermarket kasiyeriyle muhatap olmak, buradan sonra yapabilecekleri tek sohbet “Hayır Migros Club kartım yok.” demek. Karşılaşacakları tek vicdani davranış 5 parçadan daha az alışveriş yapanlara expres kasa uygulaması, o da alıp alacakları bu kadarsa bir an önce defolup gitmeleri için.
Şimdi burada bizim ahbaplığa önem vermemiz, mahalle değerleri ve alışkanlıklarımız, tuttuğumuz takım vs’nin sonuç üzerinde hemen hemen hiç etkisi olmadı. Asıl ekonomik değişimi orijinal durumda %20 oranında bir nüfus ağırlığına sahip “ekonomikler” ortaya çıkardı. Rekabet eden herhangi iki kurumdan hangisinin batacağına da ekonomi dışı sebeplerle loyalty davranışı gösteren müşteriler değil, bireysel “ekonomik” çıkarlarına en hassas ve en çabuk tepki veren “ekonomik” insanlar karar verir. İşte iktisatta bu yüzden büyük oranda haklı bir kabul yapılır ve insanların hepsi süpermarket açılınca direkt oraya yönlenen “ekonomik” varlıklar biçiminde tasvir edilir. Gerçekte çok azı öyle olsa da bu kabulün bir anlamı ve açıklayıcılığı vardır ve gerçeğe daha uygun bir model net biçimde ortaya konmadan eleştirilmesi çok yerinde değildir. Çünkü gerçekten de toplumdaki asıl oranları ne olursa olsun bardağı taşıran onlardır, tüm kolonların gitgide zorlanmasına sebep olacak şekilde ilk kırılan kolonlar onlardır, ikna edilmesi gerekenler onlardır. Çünkü tüketim ve tercihleriyle, ekonomik faaliyetlerdeki değişimleri üreten çoğunlukla bu insan tipidir ve herkesi böyle varsaymak yaklaşık predictionlar yapabilmenin tek yoludur. Oysa ahbaplık ve benzeri yüzlerce muhtemel parametreden etkilenen toplam ticaret hacmi daha büyük bile olsa bu parametreler hangi yönde değiştiğinde iktisadi faaliyetin hangi yönde değişeceği bilinemez, (mesela gerçekte ahbaplığa ekonomik çıkarlarından fazla değer veren, ama bakkalın muhabbetine kıl kapan adam da süpermarket açıldığında direk oraya gitmiş olabilir) ve bunlar tek tek bilinse bile süperpozisyonları bilinemez. Gerçekten yönü predictable olan tek parametre ekonomik çıkarlarını gözeten rasyonel insanın davranışıdır. Ekonomik faaliyet de bunu göz önüne alarak incelenir. Rekabete ilişkin kurallar, piyasa düzenlemelerinin adilliğine ilişkin tüm yapılandırmalar bu aslında yanlış varsayım doğrultusunda ortaya konur. (Modernizm, bir anlamda, “ekonomiklerin”, kendileri için en öncelikli olan değerin diğerleri için de en öncelikli olduğuna hepimizi ikna ettiği süreçtir.)
Fakat yaptırımlara tabi tutulma durumunun hangi koşullarda olduğunu çocukluğundan itibaren seyreden ve yaşayan insanların toplumunda -insanın göre göre ve fakat üst bilincine çıkarmaksızın öğrendiğini varsayarak- kültür ve davranış kalıpları zamanla “ekonomik insanın” ihtiyaçlarına dair varsayımlarla şekillenmeye başlar. “Who made most Money?” sorusu zamanla başarının “garip karşılanmayan” bir ölçütü olur. Ama iktisadi çıkarlarına hayatta kalmak için gerekli olan minimalin ötesinde önem vermeyen bir rasyonel insan bu durumda topluma kaçınılmaz olarak, tıpkı tüm kapı kollarının sağlaklara göre düzenlendiği bir toplumda yaşayan bir solak gibi tıpkı, yabancılaşacaktır.
Bir liberalin piyasa ekonomisi ile liberalizmi özdeşleştirmesi bu bakımdan zararlıdır. Piyasa ekonomisi bütün insanların rasyonel ve ekonomik olduğu varsayımına dayanır. Oysa bu iktisadi bir modeldir ve varsayımları ile birlikte değerlendirilebilir ancak, ve sadece parasal gerçekliği yeterince yakın açıklarsa övgüye değerdir, oysa gerçekte insanlar sadece rasyoneldir, düzenli bir hayat kurmak isteyen ve bunu sürdürmek için gerekli olanın ötesinde parasal kaygılar taşımayan insanlar belki de çoğunluktadır ve hayatlarında çok daha fazla sevdikleri bir çok şeyi riske atmamak için parasal fırsatları da göz ardı edebilirler (yaşamı umursamayan ve dolayısıyla onu mümkün kılacak minimal bir ekonomik çıkar güdüsüne bile sahip olmayanlarımız da vardır, bunaldıklarında intihar edenler, vatan millet uğruna ölüme gidenler gibi, “tüm insanların minimal bir ekonomik çıkar güdüsüne sahip olduğu” varsayımı bile doğru değildir diğer bir deyişle). Oysa daha önceki maillerimde de belirttiğim gibi insana dair tek bir ekseni ele alıp bu ekseni insanlığın ana yarılma noktası sanmak ideolojik bakışın bir göstergesidir. Dolayısıyla varsayımlarıyla sınırlı olduğu belli bir bilimsel yaklaşımı, bunlardan sıyırıp hayatı ve siyaseti kuşatan bir felsefe sanmak, liberalizmi “rasyonel ekonomik bireyin dünya görüşü” olarak algılamak da bu yüzden ideolojiktir. İnsanların başka kaygıları vardır; istekleri, duyguları, inançları, parasal maksimizasyon güdüsünün sağlayamadığı ve sağlayamayacağı tatminlere ihtiyaç duyar. “Yan dükkan daha siftah yapmadı, ona git.” diyen esnafın düşünce dünyasını, ortada devletçi hiçbir emare olmamasına rağmen bir zaaf gibi gören düşünce işte bu yüzden ideolojiktir. O adamın hayat amacı da mutlu olmak, ama bu mutluluğu komşuları ile birlikte huzurlu bir sakin bir kasaba toplu yaşantısında arıyor, komşusu pahasına zengin olmakta değil. Ve buna da ulaşmışsa kim diyebilir ki bu insan komşu dükkanı batırmayı ve müşterilerini kapmayı, bunun için her gün geç saatlere kadar hırsla çalışmayı, işinden ötürü bin türlü strese girmeyi ve kanser olup ölmeyi hedeflemek yerine evine akşam olunca gittiği ailesiyle vakit geçirdiği ve kanaat ettiği için aptaldır. Tabii bu böyle denmez de kapitalist institution’ları olmadığı için Osmanlı geri kaldı denir, ama bu da onun başka bir dilde söylenişi. Osmanlı devletinin musiki’de, hat sanatında, edebiyatta, devlet işleyişinde ve geleneklerinde en geliştiği devri bize gerileme devri olarak anlatan, ileriyi-geriyi ülke sınırlarının genişliğiyle ölçen ve bir “giriş, gelişme, sonuç”’a uydurulmuş askeri-iktisadi tarih anlayışı da bu modernist tek boyutluluğun bir parçası. “Fazla dindar olduğumuz için kanaat ettik, geri kaldık” diyen bakış da bunun bir parçası, “Az dindar olduğumuz için çalışmadık, geri kaldık” diyen bakış da bunun bir parçası. Ticari gelişmelerin insanları gereksiz yere sınırlayan Katolikliğin protesto edilmesine yol açtığını düşünmek yerine Protestanlığın daha “ekonomi odaklı” bir insan modeli ortaya çıkardığına ve bu sayede batının kalkındığına inanmayı seçen insan da bunun bir parçası. Bunların hepsi aynı ekonomizmin farklı yüzleri. Ticaret yollarından, coğrafi keşiflerden iklime, demir-kömür kaynaklarından nüfusa, insan davranışını da tesadüfleri de içeren onlarca ekonomik ya da tarihsel faktör varken bireyin ne kadar “rasyonel ve ekonomik” zihniyetli olduğu dışında değişken içermeyen bu ekonomizm anlayışı, basit bir modeli işlevselliğinin ötesine taşımak ve modele sığmayan örneklerin ayaklarını kesip atmak, yetişmeyenleriyse uzatmaya çalışmaktan başka bir şey değil, ve elbette son derece iç sıkıcı ve ideolojik.
Üstelik modern. Belki de en kötüsü bu: Çünkü bu yüzden iktisat ve iktisada dayalı bir dil de bizatihi modern olanla eşanlamlı hale geliyor, aynı oranda sıkıcılaşıp ideolojikleşiyor: Aslında modern düşüncelerin ilki olan liberalizm de diğer modern düşünceler gibi skolastik olanın eksiklerinden türemişti ve onun kendi tutarlı dairesinde açıklama getiremediği, bir arada çözümleyemediği ve bu yüzden yok saydığı talepleri karşıladığı ölçüde üstündü. İnsanın eylemlerine kendi hür iradesi ile karar vermesi gerektiği, diğerleri ile eşit yan sınırlamalara sahip bir dünyada yaşama hakkı olduğu gibi anlaşılır şeylerdi bunlar. Sonra işte iktisadın öngörüleri serbestliğin avantajlarına faydacı birer kanıt olarak sunulmaya başlandı, bu da doğruydu, sonra birileri çıkıp faydayı maksimize ettiği için serbestliğin doğru olduğunu söylemeye başladı. Sonra faydayı ne maksimize ediyorsa o doğrudur oldu, sonra iktisadın “faydasını maksimize etmeye çalışan rasyonel bireyi”, “örnek birey” oldu, sonra bu iş yolundan iyice saptı ve iktisadi dil üzerinden konuştuğu ölçüde liberalizm de aynı ölçüde sıkıcı ve ideolojik geliyor artık bazılarımıza. Ki iktisat gerçekte böyle bir şey değil, akıl yürütmenin bir türü aslında sadece, yani paraya P, ahbaplığa A, komşuluğa K diyemememiz için ne sebep var ki?
Şimdi peki tekrar dönelim: Tiyatro ile ya da BBC ile un fabrikası bir mi? Değildir, doğrudur olmadığı, benim için de değildir. Ne yazık ki un ihtiyacı ile tiyatro ihtiyacı arasında herkes açısından geçerli olabilecek nasıl bir fark olduğunu kimse söylemiyor. Gerçekten bilmiyorum ve o fark her neyse onu sadece hissetmek ve onun akabinde şikayet etmek yeterli değil, bunu ifade edebiliyor olmak fazlasıyla önemli, çünkü gerçekten bir problem olup olmadığını o ifadelendirmeyi test ederek anlayacağız. Bunun için mi demiştir Wittgenstein bilemiyorum, ama “Anlatılamayan sorunun üzerinde susulmalıdır.” büyük bir laf. Geçen yazımda uyuşturucunun diğer mallardan ayrı bir kısıtlamaya tabi tutulmasını rasyonalize etmeye çalışırken şöyle bir şeyler demiştim:
“Kimse gömlek, cep telefonu vs üretilmesine karşı değil, ama cep telefonu, gömlek vs üretenler dahil herkes birden aynı şekilde uyuşturucunun bir problem olduğunu düşünüyor, bunun serbest satılmasını savunanlar bile bunu probleme bir çözüm olması için savunuyor.”
Kendi adıma gerçekten bunun önemli bir ayrı kategoride değerlendirilme sebebi olduğunu düşünmüşümdür, sizi ikna etmiş ya da etmemiş olabilir. Ama tiyatro için, ya da BBC için aklıma böyle bir şey de gelmiyor. Ve herhangi bir insan olarak, bir vatandaş olarak uygulamayı yapan devletten böyle bir gerekçe beklerim. Bu “başka gerekçe” ortaya konmadan DT ya da BBC ile un fabrikasının bir tutulamayacağını söylemek de “Başka bir dünya mümkün” diyen solculardan çok farklı bir tavır olmuyor, sadece iktisadi dilden ürken, anti-modern bir tepkiselliğin ifadesi gibi de gözükebiliyor hatta.
Bizim marjinal üniversite solcuları da bir anlamda böyle: “Kapitalizmin git gide daha sıkı örgütlediği toplumda, tüketimle felç edilmiş zihinler…” diye aynı şeyden, ama yeniden ifadelendiremeyecek biçimde, kendilerinden başka kimsenin türetemeyeceği analitik olmayan cümlelerle bahsetmeyi bilirler, buna karşılık “tüm insanlar, doğaları gereği kendi çıkarlarını düşünür.” gibi düpedüz ideolojik ve yanlış bir cümleye slogan atmak dışında cevap verebilen pek çıkmaz. Bu yüzden de bu konularda doğru düzgün bir temel ortaya koyan yegane adam onların peygamberi olur, kendinden öncekilerden farklı bir şey söylediği için değil. Sadece söylediklerini, sömürü dediği şeyin niteliğini, yabancılaşmanın ortaya çıkışını doğru ya da yanlış iktisadi dilde ifade edebildiği için. O iktisadi dilin kendi içinde tutarlılığı sayesinde bir felsefe bir tek adamın sayesinde milyarlarca insan tarafından anlaşılabildi. Çünkü iktisada dayalı bir liberalizmde en kırılgan nokta olarak işsizliği keşfetti ve “Bu tahta yaş, bu ağırlığı kaldırmaz.” dedi. O zaman sosyal konumları gereği işsiz kalma ihtimaliyle karşı karşıya olan kitleler bunu kimlikleştirebildiler. Ama sonra iktisadi dilin piyasacılara ait olması olgusu o derece ezici bir psikoloji oluşturdu ki solcular o dili içselleştiremedi korkudan, dünya değişti; bir başkası çıkıp da benzer bir ifadelendirme yapamadı ve bütün sol kitaplar beş para etmez, tutarsız, ya şikayetname, ya da niye olmadığına dair mazeretname.
“Başka bir dünya mümkün.” ile olmuyorsa bu bize ders olmalı. Liberalizmi de düz bir piyasa kapitalizmi ve modernizmden ayrı bir bağlamda da tanımlayabilmek, anti-modern bir liberalizm kurgulayabilmek isteyen kişi için iktisadi dili kullanmak irrite edici olabilir. Ama böyle dertleri olan insanlar kendilerini mantığın, ya da iktisadın ya da bilimin kurucu bir modernizmin aletleri olduğu şeklindeki, aslında kendisi modernist, varsayımdan kurtarmalılar ve düşüncelerine sezgisel bir muhafazakarlığa atıf yapmanın ötesinde kanıtlar aramalılar.
Budur benim yorumum. Bu yazıyı okuyan herkesin mübarek Ramazan bayramını kutlar, bayramı evlerinde, aileleriyle ve huzur içinde geçirmelerini dilerim.

10.30.2005

Bir yolculuk...

Şimdi Ahmet'in ilk tespiti çok isabetli...Sadece liberaller arasında değil,genel olarak günümüz entelektüel ortamında "Kim nereye kulak kesilmişse,ötekine sağır" durumu mevzubahis...eko-liberaller yahut tam tersi olgusu bu durumla ilgili...Hatta,bu dar ihtisas alanlarına kadar iniyor ve her yazar topu kendi sahasına almak istiyor,fikir olarak da o bağlam öne çıkıyor...Aslında bu belki de klasik anlamıyla "entelektüel"in bitişine de işaret ediyor olabilir...Bu konu 40'lardan itibarende epey yazıldı,mütehassıs-profesyonel egemenliği ortaya çıkıyor ve bu "uzman"lar varlığın bütünlüğünü idrak etmeye çalışmak,ve bu çabadan hareketle ilgilerinin tebarüz ettiği alanı o bağlama oturtmak derdinde değiller...herkesin belli alanlar daha ilgisini çeker ve haliyle,doğal olarak zaten bi "spesifikasyon" olur...Fakat o kişi sahici bir entelektüel süreç içinde birçok alana da uğrar,o alanı tanır,o alandaki kimi uzmanları daha önemser falan...Bugün,bu da kalkıyor sonuç-merkezli bir hedeften hareketle yapay-zorlama bir bilgilenim süreci ve "uzmanlar" ortaya çıkıyor...Ve elbette bu kişiler güç ve iktidar sahipleri tarafından çok rahat istihdam ediliyor,bundan da gocunmuyor,bilgisini uzmanlığını satıyor onlar çünkü...o bilgiyle kimin ne yaptığı onları ilgilendirmiyor...

Akademisyenler için de aynısı olabiliyor,kendi alanını mutlaklaştırıyor adam falan...Öbür alandan biri konuşurken dinlemiyor bile,bunu kongrelerde görüyorum çoğu zaman,yani bizim şu çabalarımız bile saçma o zihniyet için...Burada bu tip akademisyenleri yahut aydınları diyelim,belki önceden suçluyordum ama sonradan gördüm ki aslında suçlu değil kurbanlar...İzmir körfezinde kefal balıkları vardır,körfez kirlidir biliyosunuz ama o kefaller bunu bilmezler kefal kefal yüzerler...Körfeze dışarıdan bakabilen,onu diğer denizlerle mukayese eden bizler o deniz ortamının kirli olduğunu biliriz,ve o kefalleri de yemeyiz...O kefaller de o kirlilikte muhtemelen normalden epey erken ölürler...Birçok açıdan günümüz insanı olan bizler bu balıklar gibiyiz...insanlar...Kendi iradesi dışında bir şekilde oluşmuş bir toplumsal-zihinsel atmosfer içinde yaşıyor...Bunun içine doğduğu için bunu normal sayıyor,kefallerin kimyevi artıkları normal sayıp afiyetle yediği gibi,birsürü herze'yi normal sayıp yiyor,ona sunulduğu şeylerle konuşuyor,düşünüyor...dediğim gibidir nevi mahkum,bir kurban bir zavallı yaratık...Gerek sol gerekse maneviyatçı(bunların başını da müslüman düşünürler çekiyor)kanattan gelen kapitalizm eleştirileri hep bu bağlamda aslında...başarı-merkezli ve sonuç-merkezli bir algılama herkesin zihnine girmiş,sabah 8 akşam 8 iş köleliği "normal" "who made most money?" sorusunda hiçbir etik sakınca yok,normal...ilişkiler de bu bağlamda kuruluyor,buna uymam lazım "bana kız vermezler" diyen gençler bu bağlamda konuşuyor,oysa o şekilde "alacağı kız" gerçekten "kız" mı olacak,o ilişki tipi "aşk" mı olacak o kurum,kutsanmış anlamıyla "evlilik" mi olacak...Bunlar düşünülmüyor tabi,tıpkı kefallerin nasıl bir denizdeyiz,yaşadığımız balık hayatı tabii ve sıhhatli midir? diye düşünmediği gibi...Haliyle bir nebze orta ve üstü sınıflardan gelen batılı kamuoyu bunları bir süre sonra karşısında buluyor bir nevi "manevi bunalım" belki bir çıkmaz...Bu konuda karşısına kabaca iki alternatif çıkıyor...Bir,suçun kapitalizm denen köleleştirici ekonomik düzende olduğu,"başka bir dünya mümkün" deyip mücadele edilmesi gerektiği yada bu materyalist modern dünyanın bizi krize sürüklediği bu krizi "maneviyat"la aşabileceğimiz seçeneği...Bu tescilli şarlatan mistik guruların gruplarından,çeşitli uzakdoğu dinleri gruplarından sufi tarikatlara kadar uzanıyor...Daha temelli ve akademik olarak ciddiye alınabilecek isimlerde var tabii...Özellikle "sophia perennis" anlayışını temel alarak bir tip kutsal merkezli dünya tasavvurunu yeniden canlandırma çabasında dini düşünürler var...Bu ekolun-akımın çıktığı yerde batı dünyası...Rene Guenon'la başlamış bu ekol Schuon,Lings,Northbourne,Burckthardt,Weiss,Eaton v.b batılı alim ve düşünürlerle devam etmiş...İşin şaşırtıcı tarafı özellikle ekolün başlangıç dinamikleri Guenon ve Schuon dinler tarihindeki felsefi yolculuklarına hristiyanlıkla başlamışlar,biri doğu dinleriyle öbürü animist-indian dinleriyle devam etmiş ikisi de o alanda "uzman" kabul edilmişler ve iki düşünürde yolculuğun kutsal vahyin en mütekamil ve en muhtasar şekli olarak gördükleri islam dininde bitirmişler...Schuon'un meşhur kitabı "transcendence unity of religions" ve "Bu aşkın birliğin merkezinde de bugün İslam bulunmaktadır,kutsal hikmetin peşindeki her birey için islam bütünleştirici bir şemsiyedir" diyor Schuon...Yani aslında paradoksal biçimde ahmet'in dediğinin tersi iki alim-müteffekkir de hayatlarının büyük kısmında başka dinlerin kozmolojisi ve teolojisiyle uğraşmış,o alanda birinci derecede uzman olmuş ve "o alanı kayırmak" gibi çok gördüğümüz modern hastalık yerine başka bir ortak noktada buluşmuşlar...Ezeli himetin son ve en mükemmel tecelligahı olarak islam...Bende fikri-felsefi yolculuğumda bu ekol düşünürlerinden çok şeyler öğreniyorum,ama bir benimseyişim yok,bir kaynak,bir pınar olarak her entelektüelin uğrayacağı/uğraması gereken bir durak olduğunu düşünüyorum...Modernizme karşı yada yaşadığımız cari dünyaya karşı en kendi içinde tutarlı ve soylu alternatif bu anlayıştır bence de...Ama modern bakış bizi hapsettiği kadarda imkan sunuyor tüm esaretleri yıkmamız için,benim kanaatim bu...İslam,nasıl başlangıcı Lao-Tse'ye kadar götürülecek bir hikmet pınarının en kamil,zirve noktasıysa...Laik-modern bir zihinsel duruş da onun da üzerinde yeralan,tüm dinlerden istifade eden ama kendini onlarla sınırlamayan bir duruş olarak değerlidir...Peki günümüz laik-seküler zihni böyle mi? Elbette değil...Aksine bizleri kefal yapan bir kölelik odağı...haliyle cari ekonomik düzende bu zihniyet zemini üzerine kendini bina ediyor...Ve evet o bina,dünya nüfusunun kahir ekseriyetinin şikayet ettiği gibi çürük-çarık problemli bir bina,bir hapishane...Günümüz solu,"başka bina mümkün" diyor,haklı ve soylu sebeblerle cari düzene isyan eden birsürü beyni iğdiş ediyor.O beyinlerin çoğu sonra o nefret ettikleri binanın(hapishanenin) köleleri oluyor,hatta gardiyanları...Ben yaşadığımız dünyanın toplumsal-zihinsel atmosfer olarak birçok açıdan daha pespayeleşmesinde bu "solculuk"un sosyalizmin çok payı olduğunu düşünüyorum...Hatta bazen espiri yaparım,Sol-sosyalizm egemen güçler tarafından haklı muhalefeti pasifize etmek için çıkarılmış bir afyondur..diye...Birçok solcu arkadaşımı-üzüm yeme derdinde olanları tabii-düşündürtmüştür bu espirili analoji...Temelle ilgilenmeyen binayla,boyayla ilgilenen ve bizi mevcut binaya daha da mahkum eden,bizleri soysuz bir nihilizme ve hedonizme teslim eden çaresiz-zavallı bir anlam dünyası yaratıyor sol...

Bu açıdan bakıldığında liberaller cari iktisadi düzenin niye müdafii olsunlar?Mesela mülkiyet-mübadele ve piyasaysa bunlar bir nevi ezeli kavramlar...Aydınlanma-öncesi de vardı,zaten kapitalizm bazı liberaller tarafından Adem'e kadar götürülüyor..Bu tabii "kapitalizm" teriminin sosyal bilimlerde ve iktisatta algılandığı genel akademik tanımla zıt...Çünkü kapitalizm belli bir zihniyet,belli bir rasyonelite anlayışı ve belli bir toplumsal-tarihsel atmosferle alakalı birşey olarak kavranıyor...Her ne kadar mülkiyet,mübadele ve piyasa kavramlarının ahlaki öneminin savunulması temelinde çok kadim bir kavram olarak ifade edilse de kapitalizm,aynı kişiler şunu da diyebiliyor "Osmanlıda sanayi devrimi olmadı,büyük firmalar oluşmadı falan" yada dükkanına gelen adama "yan dükkana git" diyen kişiye kapitalist demiyoruz vay işte ilkel zihniyetli adam falan...E bu örnekte mülkiyet var,mübadele var,piyasa var..devletçi bişey yok!!! adam özgürlüğünü kullanıyor,ama kapitalist olmuyor...Lüzumsuz kavram tartışmasına bu sitede gerek yok...Sonuçta biz özgürlüğü beşeri olarak en temel değer gören kişileriz ve o bağlamda 1.özel mülkiyet hakkı 2.mübadele özgürlüğü 3.serbest piyasa..adlı değer ve kavramları savunuyoruz...Bunlar bir beşeri değer olarak özgürlüğün "iktisadi hayat" anlamında olmazsa olmaz çerçeveleridir...Aksi arayışlar yani planlama,devletçilik v.s "özgürlük" değer ve idealinin zeminini yokeden sonuçlar doğurmaktadır,ve elbette liberaller buna şiddetle karşıdır...Ama "kalkınmalıyız,sanayileşmeliyiz,kar maksimizasyonuna dayalı rasyonel şirketler olmalı" falan demek bence "liberalizm"i aşan önermelerdir...Off-liberal konulardır ve öznel kanaatimi söylüyorum ki böyle bir zihniyet yapısıyla hayatı ve ekonomiyi kavrayan bir kişi etik-politik olarak liberal de olamaz,asla olamaz...devletçi-planlamacı olup özgürlükçü ve demokrat olunamayacağı gibi...Zemini çürütüp üzerine sağlam bina inşa edilmez...Dolayısıyla böyle bi kalkınma-merkezli,sonuç-merkezli,çıkar(kar)-merkezli hayat tasavvurundan liberal insan tipi çıkamaz...Benim kanaatim budur...Yani bugün insanların "kapitalist" dendiğinde akla gelen insan tipi-ki piyasada çalışan arkadaşlar bu tipi bilirler-zaten liberal olamaz...Farklı kaygılardan ötürü yüzeysel bir "fikir benzeşmesi" olur o kadar...Ali Atıf Bir de özelleştirmeden,serbest piyasadan,globalleşmeden yana "liberalim" diyor,popüler bir örnek...Atıf bir'in bu anlamda kapitalizme esir olmuş zihniyeti otomatikman onu birsürü konuda anti-liberal yapıyor...Bu doğal sonuç...metazori...Bir sürü işadamının,reklamcının v.s'nin liberal olamayacağı gibi...

Liberalizm şüphesiz özünde politik bir teoridir...ama şüphesiz bu politik teori belli bir varlık tanımına(ontolojiye) bilgi tanımına(epistemolojiye) dayanır ona bağlı olarak etik boyutu vardır politik boyutu vardır,politik boyutunun mütemmim cüzü ekonomik boyutu vardır...Ve bir de hep ihmal edilmiş ontolojik-epistemolojik temelden yükselen estetik boyutu vardır...Politik bir ideoloji olarak liberalizm çok rafinedir,yıllar içinde rafine edilmiştir,dolayısıyla daha öne çıkmıştır..keza ekonomik boyutu da...ama bu politik-ekonomik yaklaşım elbette bir temelden yükselir...Ama "uzmanlaşma"nın tanrı olduğu sapkın dünyamızda böyle geniş bağlamlarla kavramları,olguları,değerleri algılamaya çalışmak güç oluyor...

Varlığın bütünlüğü ilkesine inanıyorum...Bir din müntesibi olmamama rağmen,bu kadim ilkenin doğruluğuna inancım tam...Aydınlanma-sonrası düşünce adım adım bu algılamayı kırmıştır ve sosyal hayatta,sanatta,yaşadığımız mekanlarda heryerde bu sapkınlıkla mücadele etmek zorunda kalıyoruz...Sapkın bir zihin ortamına doğuyoruz,kefaller gibi...Hele herhangi bir dinin müntesipleri ve özel olarak islam için bu(varlığın bütünlüğü ilkesi) en temel inançtır-dogmadır...Müslümanlar hayata bakarken bu ilkeyi hiç akıllarında çıkarmamakla yükümlüdürler...Peki bu temel ilkeye inanç ile sonuç ne olur?

Hiçbirşey bununla bitmez,aksine bu bir perspektif kazancıdır ve bu kazançtan hareketle bir yolculuk başlar,bir keşif süreci...Ve şüphesiz önümüzde uzun bir yol vardır,sonunu kestiremediğimiz...Tıpkı kirli bir denizde yüzdüğünü anlayan kefalin yolculuğa çıkması gibi...Elbet aşama aşama daha temiz sulara ulaşılacaktır...Bütünüyle temiz bir denize varılabilir mi? Bilemeyiz...Ama hele bir yola çıkalım da...Sonrası allah kerim...

29 Ekim'lik

Su linkini verdigim dosyayi bir dinleyin. İstiklal Marsi'nin 1924-1930 arasinda kullanilan ilk resmi bestesi bu. Sonradan Zeki Üngör'ün bestesine geçilmiş Atatürk'ün istegiyle. Kayit kotu ama, zor da olsa anlasiliyor. İlginc bir nokta marsin siirin 1. ve 10. kitalari ile soylenmesi. Oysa simdiki versiyonda ilk iki kita kullaniliyor bildiginiz gibi.
Bunu dinleyince neden degistirildigini hemen anliyoruz, marstan cok sarkiya benziyor cunku: Cuma gunleri okul cikisinda hep bi agizdan bunu soylemeye kalktigimizi bi dusunsenize.

"Yedirmeme teorisi"

Benim amacım baştan beri “filanca fazla püriten görüşten vazgeçelim.” gibi yaklaşımların yanlışlığını vurgulamak. Çünkü neyin yetersiz oldugunu kelimelere dökebilmeliyiz. Ama Ozan “Bulunduğumuz yer daha tutarlı bile görünse bu püritenlikten ve Frederic Bastiat'in buyuk bir filozof gibi gorulmesinden kaynaklanmaktadır ve bu yüzden gene de dışa açılmalıyız.” gibi bir yaklaşım sergiliyor. “Ne bakımdan?” itirazlarıma da pür tutarlılığın çok da önemli bir şey olmadığına dair cevaplar alıyorum ve son olarak tutarlı davranmaya kalkıştığımızda mantığımızın bizi her ikisi de kabul edilemez görünen iki sonuca mahkum ettiğini ispatlamayı denedi: Yani ”Tutarli davranan ya tüm uyuşturucuları serbest bırakmalıdır, ya da başta uyuşturucular tüm zararlı şeyleri yasaklamalıdır, ki bu işin de sonu belirsizdir.” gibi bir dilemma'ya getirmeyi. Tabii ki gercekte kendisinin bunlara ne kadar inandigi supheli, muhtemelen bu iki noktadan birine savrulmayı kimse kabul edemeyeceği için tutarlılık değil “bilgelik”, ya da bir tür “sağduyu”ya kulak verilmesinin her zaman daha doğru sonuç vereceğini soyleme firsati bulacak sadece. Peki, o zaman sanki konu uyusturucu yasaklariymis gibi oynayalim. Gerçekten tutarlı olmak bizi ya herru ya merru aşırlık seçeneklerine mi mahkum eder, ve bir karma denge durumu (“karma denge durumu”=“ya hep ya hiç” olmayan; alkol ve sigara serbest, ama marihuana ve yukarısı yasak gibi dengeli durumları kast ederek kullanıyorum.) hep relativist “kim belirleyecek onun derecesini” itirazlariyla mi bogusmak zorunda kalir, bir gorelim? Yoksa gene klasik liberal ilkelerden yola çıkılarak bu tür bir karma denge durumunun alti uyusturucu, pornografi vs konularindan oteye tasmaksizin doldurulabilir, ve “sagduyu” veya “bilgelik” gibi muphem ve kisiden kisiye degisen kavramlara ihtiyac duymadan da bu isi halledebilir miyiz? Ben bu yazida bunu denemeyi dusunuyorum. Ki bilindik bakis acisina elestiri getirirken yapmamiz gerekenin de bu olduguna inaniyorum.
Oncelikle su bir gozlem olarak kaydedilmeli: Bir firinci cep telefoncuya karsi degildir, gomlekci restoran’a karsi degildir, ve bu boyle gider. Ama icinde firinci, gazeteci, cep telefoncu, restoranci, gomlekci’nin bulundugu butun bu insanlar arasinda buyuk bir cogunluk sadece ve sadece ozel olarak uyusturucu ticaretine karsidirlar, pornografi, alkol, kumarhane isletmeciligi gibi konularda da sinirlama ve kontrollerden yanadirlar. Dolayisiyla sanki bu konudaki yasak bu ozel bakistan kaynaklanmiyormus da ticaret serbestisinin digerleri gibi basit bir eksikligi imis gibi yorum yapamayiz.
Bu tür yasakların tümünde, 10 emre aykırılık dışında, ortak olan nokta hepsinin “fazla kolay para” olmasıdır. Cem Yılmaz kendi yeteneği ile para kazanır; işçi o yetenek kendisinde olmadığı için fabrikada çalışır, fakat işçi de Cem Yılmaz da uyuşturucu satmaya tevessül etmezler. Fakat işte onlar bunu yaparken sırf onların tevessül etmemesinden ötürü uyuşturucu satışı veya pornografi vs karlı hale gelir. Bu mekanizma da olayı bireysel bir üretim-tüketim ilişkisi olmaktan çıkarır.
İnsanların çok büyük çoğunluğu dini sebepler, insanin kişiliğine ve psikolojisine, aile değerlerine zararlari vb anlaşılabilir sebeplerle bireysel olarak uyuşturucuya ve pornografi vs’nin ticaretine, kumarhanecilige bulaşmazlar. Ve bu tercihleri sonucu bu malları arz eden insan sayısı büyük oranda azalır, bu da bu sektörde kar marjının piyasa dışında gelişmesini ve anormal bir “rant”ın ortaya çıkması sonucunu doğurur. Bu anormal rantı ortaya çıkaran o hizmeti ya da malı üretenlerin becerisi, malin kitligi, azligi vs değil bilerek o hizmeti üretmekten kaçınanlardır. (Bu kaçınan insanlar isteseler o sektöre girerler ve geliri bizzat elde ederek kar marjlarıni düşürebilirler.) Dolayısıyla kaçınmak yoluyla ortaya çıkardıkları rant üzerinde hak sahibidirler. Tipki bir ihaleye katilan 4 firmanin 3’unun sus-payi parasi karsiliginda cekilmesi gibi; ve kendilerinin ozel olarak kacindiklari bu uyusturucu isinin başkasının eline de geçmemesi için faaliyeti devlet aracılığıyla yasaklayarak orada bir ticaret hacmi olusmasini engellerler, yani ortaya cikan ranti geri alirlar, neredeyse hiçbir maliyeti olmayan bu faaliyetlerin fiyatının hemen tamaminin böyle bir ranttan ibaret oldugunu da ayri bir gerceklik. İnsanlar içki gibi nispeten az rahatsız oldukları şeylerin satışını da ancak kontrollü olarak serbest bırakırlar, ama o rantı spesifik yüksek vergilendirme yoluyla gene de üreticinin elinden geri alırlar. Ya da bana mesela bedava kumarhane verseler kapatırım, kendi sebeplerimden ötürü; ama ben ve benim gibi düşünen insanların %95’i kumarhanelerini normatif ahlakları dolayısıyla kapatırken, açık tutan kumarhaneci 20 kat fazla para kazandığında (20=%100/%5) o paranın 19 katini ona ben ve benim gibiler bağışlamış olur. Bu durumda o adamın kazandığı paranın %95’inin vergilerle elinden alınmasına onay vermekte sakinca gormem, oyumu o kumarhaneyi kapatacak olan partiye de verebilirim, çünkü adam, ben 100 kazandim 95’ini siz aldiniz diye cingar cikarabilir, o beklentiyle calistigi icin durum bir adaletsizlik goruntusune de ulasabilir. Bu problemi kökten çözmek için de %95 oranında vergilendirmekten daha iyi bir çözüm yasaklamak olabilir, nitekim yasaklamak kategorik ve dolayisiyla adil bir cozumdur; bunun kumarhanecinin bireysel özgürlüğüne müdahale olduğu büyük oranda yetersiz bir argümandir, cunku neyin serbest olmasının özgürlük olarak nitelenebileceği, neyin serbest olmasınınsa özgürlük olarak nitelenemeyeceği ahlaksız (=uyuşturucu satmaktan çekinmeyecek) insanin bu serbestide ne yapacağı ile olculur ve bunu da olcecek olan toplumun kendisidir. Eger 10 kisi bir odadaysak ve aramizda bir psikopat varsa “bicagi ortada birakmak yasaktir.” gibi. Bir eve ya herkes ayakkabılı girer, ya da herkes ayakkabısız girer. Ama “İsteyen istediği gibi girebilir, bizde özgür.” denemez. Çünkü 10 kişiden yalnızca birisi ayakkabılı girmek istese bile bu serbestliği “korunması gereken bir özgürlük” olarak tanımak yüzünden diğer hiç kimse de ayakkabısız giremez olur, çünkü kimse başkasının ayakkabıyla bastığı yere çorapla basamaz vs vs. gibi. Yani, neyin adil bir sonuc verecegine iliskin bir fikrimiz yoksa neyin ozgur olmasi gerektigine iliskin bir fikrimiz de olamaz.
1 ton su icsen de olursun, ama kimse 1 ton su icerek olmemis bugune kadar, oysa olmeyecegini sanip overdose kokain alarak olenler cok. Bu tabii sahsi bir dusunce, kimseyi baglamaz, ama beni baglar ve kokain saticisi ya da kullanicisi olmama sebebim budur. Benim gibi kendisini baglayan bu dusuncelerle kokain saticiligi veya iciciligi yapmayan buyuk bir cogunluk var, ve bu cogunluk kendi ahlaki davranislarindan tureyen bir rant yuzunden enayi durumuna dusmemek icin kamusal bir kontrolü devreye sokarak bu tur kazanclari kategorik olarak yasaklar. Bu yuzden cogunluk olarak oy verirken kokaini yasaklarlar, suyu veya kirmizi eti ise serbest birakirlar. Cunku bunlari herkes satar ve kimse de yanlis kullanmaz ve boyle oldugunu ben bilirim sahsen ve benim gibi dusunen bir cogunluk da vardir.
“Kim belirleyecek neyin adil oldugunu?” demeye de gerek yok, toplum cogunlugu (toplum adina hareket eden daha kucuk bir grup degil) belirliyor iste. Piyasayi vareden onlarin orada bulunusu, piyasayi mumkun kilan mulkiyet hakki da gene onlar tarafindan bu amac icin olusturulan devlet sayesinde duruyor. Ben inaniyorum ki bu durum bir toplum cogunluguna “adil sonuclar vermeyecek” bir serbestligi “ozgurluk” olarak tanimama, “ozgurluk” taniminin icine sokmama hakkini verir. Yoksa “Herkes birbirinin ozgurlugune saygi gostermeli” derken kullandigimiz “ozgurluk” kelimesinin icerigini kendi basimiza doldurabilmemiz diye bir sey olamaz zaten. Bir onceki mailimde belirtigim gibi haklar, bir cogunluk tarafindan tanindiklari zaman mesru olurlar. Bundan oturu kumarhane isletmeciligini, uyusturucuyu vs yasaklamak mesrudur ve bir toplum cogunlugunun basvurabilecegi bir yontemdir. Herkese yasak oldugu icin de adaletsizlik, ya da haksizlik iddiasinda bulunmak pek mumkun degildir.
Çok iddialı olmamakla birlikte “kolay paranin engellenmesi ve adalet” şeklinde kurduğum modelin, Ozan’ın “bireysel zarar ve bireysel özgürlük” üzerine kurduğu yapay tutarlilik dilemması modeline göre daha açıklayıcı olduğu söylenebilir. Mesela bu rant dusuncesi Hollanda’daki uygulamayla da uyumludur. Orada da hafif uyusturuculara ozel bazi kontrollü cafelerde serbestlik taniyarak gene bu ranti azaltmak ve agir uyusturucuyu da tamamen yasaklamak; yani bahsi gecen rant uzerinde kamusal bir kontrol saglamak amaci guduluyor, yoksa bu bir bireysel ozgurluk icin falan olsaydi tum uyusturucularin serbest birakilmasi da mumkundu. Ayni sekilde bu model neden icenlere, satanlara gore daha az ceza verildigini de acikliyor. Ote yandan Ozan’ın modelinde Cem Yılmaz ve kırmızı ete kadar bir çok şeyin tutarlılık gereği yasaklanabilmesi gerekiyordu, bu modelde bu da yok, daha dar ve net bir çerçeve bulunmakta, çizgiyi Marihuana ve alkol arasından çekmek bir tutarsızlık biçiminde görünmemekte ve son olarak bireysel tercihten kolektif tercihe geçişin şekli de gösterilmekte. Bu modelin de eksikleri bulunabilir elbette, ama daha az yanlış-daha çok açıklayıcı bir model kurmanın mümkün olduğu, anlayamadığımız şeyleri öylece kabullenmemiz gerekmediğine yeterli bir ornek oldugunu dusunuyorum. Mesela “BBC’nin ozellestirilmesine gulerler İngiltere’de” diye kestirip atmamak icin yani.
Kisacasi benim derdim uyusturucu konusunu tartismak degil.