Liberal Konsey

11.02.2005

Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen.

Ahmet’in de yerinde tespitiyle iktisatla haşır neşir insanlar iktisadi yaklaşmaları daha çok seviyorlar herhalde. Peki kimilerimizi zaman zaman rahatsız eden, sosyal olguların tümünün üstüne sanki iktisadi olgularmış gibi iktisadi yaklaşımın birer türeviyle gidilmesi olabilir mi? Belki benzerlikler ve farklılıklar üzerine gitmek bir sonuç verebilir.
Aslında biz biliriz ki çoğu insan aklını sadece ekonomik çıkarlarını maksimize etmek için kullanmaz. Ama iktisatta, behavioral economics gibi yeni yönelimleri saymazsak, çoğunlukla “ekonomik çıkarlarını” maksimize etmek isteyen rasyonel bir insan tipi temel alınır. Sonra da bu davranış kalıpları takımına uygun “adil” ve “gayri adil” davranışların hangileri olacağı listelenir ve gayri-adiller yaptırımlara tabi tutulur.
Peki neden gerçekte tüm insanlar “ekonomik insan” olmadıkları halde adil ve gayri adil onlara göre belirlenir? Herhalde bunun sebebi şu: Vahdet-i vücut ilkesine inanmak insanın Burger King’de daha büyük hamburgeri daha ucuza yemek istemesi konusunda bir fikir vermiyor; veya veriyorsa bu, ekonomik açıdan değerlendirilebilir bir bilgi değil.
Belki şöyle bir örnekle anlatmak daha doğru. Biz 10 kişiyiz, köşede bir bakkal var ve hepimiz oradan alışveriş yapıyoruz. Kimimiz başka bir yer olmadığı için, kimimiz bakkalla ahbap olduğu-arkadaşlığı, dostluğu sevdiği için, kimimiz alışkanlıklarına bağlılıktan ötürü… Aramızdan bazıları FB’li bazıları GS’li, bazıları ise BJK’li. Derken 50 metre ileride bir süpermarket açılıyor, ve bu süpermarkette mallar çok küçük bir fiyat farkı ile daha düşük satılıyor. Aramızdan ilk başta sadece iki kişi, ki bunlar sadece ekonomik faydalarını gözeten iki kişidir, direkt süpermarkete gitmeye başlıyorlar o küçük fiyat farkı ceplerinde kalsın diye. Bakkaldan halen alışveriş yapan 8 kişi ahbaplığa veya alışkanlıklara nispeten daha çok önem verenler oluyor. Ama bakkal müşterileri azaldığı için gene de bütçesini döndürmekte zorlanmaya başlıyor ve o güne kadar sakınca görmediği veresiyeyi kaldırıyor. O zaman bu kalan 8 kişi arasında en “ekonomi” duyarlı 3 kişi daha ayrılıyor ve peşin ödemede daha ucuz fiyatlı olan süpermarkete geçiyor. Bu durum bakkalı iyice zorlamaya başlıyor, ve bakkal sadece daha karlı olduğu bazı ürünlerin çeşitlerini arttırıp çok düşük kar ettiği ürünleri kaldırmaya başlıyor. Ve bu sefer gene ahbaplığa ve alışkanlıklarına büyük önem veren mevcut müşteriler arasında da bazıları aradıkları ürün orada olmadığı için, yani gene ekonomik bir tercihle süpermarkete yönleniyorlar ve geride sadece ahbaplığa en büyük değeri veren, malmış, fiyatmış bunları takmayan 2-3 kişi kalıyor. Bunlar her köşe bakkalında gördüğümüz, bir yandan alışveriş yaparken bir yandan bakkalla “Vay dün fenerin maçı nasıldı, yarın bize gelsene, bir okey çevirelim.” şeklinde insani ilişkiler kurmaktan ve sohbetler yapmaktan hoşlanan bizim insanlarımız. Ama onların alışverişi de bakkalı kurtarmıyor ve bakkal batıyor. Bu yüzden onların da sonu soğuk süpermarket kasiyeriyle muhatap olmak, buradan sonra yapabilecekleri tek sohbet “Hayır Migros Club kartım yok.” demek. Karşılaşacakları tek vicdani davranış 5 parçadan daha az alışveriş yapanlara expres kasa uygulaması, o da alıp alacakları bu kadarsa bir an önce defolup gitmeleri için.
Şimdi burada bizim ahbaplığa önem vermemiz, mahalle değerleri ve alışkanlıklarımız, tuttuğumuz takım vs’nin sonuç üzerinde hemen hemen hiç etkisi olmadı. Asıl ekonomik değişimi orijinal durumda %20 oranında bir nüfus ağırlığına sahip “ekonomikler” ortaya çıkardı. Rekabet eden herhangi iki kurumdan hangisinin batacağına da ekonomi dışı sebeplerle loyalty davranışı gösteren müşteriler değil, bireysel “ekonomik” çıkarlarına en hassas ve en çabuk tepki veren “ekonomik” insanlar karar verir. İşte iktisatta bu yüzden büyük oranda haklı bir kabul yapılır ve insanların hepsi süpermarket açılınca direkt oraya yönlenen “ekonomik” varlıklar biçiminde tasvir edilir. Gerçekte çok azı öyle olsa da bu kabulün bir anlamı ve açıklayıcılığı vardır ve gerçeğe daha uygun bir model net biçimde ortaya konmadan eleştirilmesi çok yerinde değildir. Çünkü gerçekten de toplumdaki asıl oranları ne olursa olsun bardağı taşıran onlardır, tüm kolonların gitgide zorlanmasına sebep olacak şekilde ilk kırılan kolonlar onlardır, ikna edilmesi gerekenler onlardır. Çünkü tüketim ve tercihleriyle, ekonomik faaliyetlerdeki değişimleri üreten çoğunlukla bu insan tipidir ve herkesi böyle varsaymak yaklaşık predictionlar yapabilmenin tek yoludur. Oysa ahbaplık ve benzeri yüzlerce muhtemel parametreden etkilenen toplam ticaret hacmi daha büyük bile olsa bu parametreler hangi yönde değiştiğinde iktisadi faaliyetin hangi yönde değişeceği bilinemez, (mesela gerçekte ahbaplığa ekonomik çıkarlarından fazla değer veren, ama bakkalın muhabbetine kıl kapan adam da süpermarket açıldığında direk oraya gitmiş olabilir) ve bunlar tek tek bilinse bile süperpozisyonları bilinemez. Gerçekten yönü predictable olan tek parametre ekonomik çıkarlarını gözeten rasyonel insanın davranışıdır. Ekonomik faaliyet de bunu göz önüne alarak incelenir. Rekabete ilişkin kurallar, piyasa düzenlemelerinin adilliğine ilişkin tüm yapılandırmalar bu aslında yanlış varsayım doğrultusunda ortaya konur. (Modernizm, bir anlamda, “ekonomiklerin”, kendileri için en öncelikli olan değerin diğerleri için de en öncelikli olduğuna hepimizi ikna ettiği süreçtir.)
Fakat yaptırımlara tabi tutulma durumunun hangi koşullarda olduğunu çocukluğundan itibaren seyreden ve yaşayan insanların toplumunda -insanın göre göre ve fakat üst bilincine çıkarmaksızın öğrendiğini varsayarak- kültür ve davranış kalıpları zamanla “ekonomik insanın” ihtiyaçlarına dair varsayımlarla şekillenmeye başlar. “Who made most Money?” sorusu zamanla başarının “garip karşılanmayan” bir ölçütü olur. Ama iktisadi çıkarlarına hayatta kalmak için gerekli olan minimalin ötesinde önem vermeyen bir rasyonel insan bu durumda topluma kaçınılmaz olarak, tıpkı tüm kapı kollarının sağlaklara göre düzenlendiği bir toplumda yaşayan bir solak gibi tıpkı, yabancılaşacaktır.
Bir liberalin piyasa ekonomisi ile liberalizmi özdeşleştirmesi bu bakımdan zararlıdır. Piyasa ekonomisi bütün insanların rasyonel ve ekonomik olduğu varsayımına dayanır. Oysa bu iktisadi bir modeldir ve varsayımları ile birlikte değerlendirilebilir ancak, ve sadece parasal gerçekliği yeterince yakın açıklarsa övgüye değerdir, oysa gerçekte insanlar sadece rasyoneldir, düzenli bir hayat kurmak isteyen ve bunu sürdürmek için gerekli olanın ötesinde parasal kaygılar taşımayan insanlar belki de çoğunluktadır ve hayatlarında çok daha fazla sevdikleri bir çok şeyi riske atmamak için parasal fırsatları da göz ardı edebilirler (yaşamı umursamayan ve dolayısıyla onu mümkün kılacak minimal bir ekonomik çıkar güdüsüne bile sahip olmayanlarımız da vardır, bunaldıklarında intihar edenler, vatan millet uğruna ölüme gidenler gibi, “tüm insanların minimal bir ekonomik çıkar güdüsüne sahip olduğu” varsayımı bile doğru değildir diğer bir deyişle). Oysa daha önceki maillerimde de belirttiğim gibi insana dair tek bir ekseni ele alıp bu ekseni insanlığın ana yarılma noktası sanmak ideolojik bakışın bir göstergesidir. Dolayısıyla varsayımlarıyla sınırlı olduğu belli bir bilimsel yaklaşımı, bunlardan sıyırıp hayatı ve siyaseti kuşatan bir felsefe sanmak, liberalizmi “rasyonel ekonomik bireyin dünya görüşü” olarak algılamak da bu yüzden ideolojiktir. İnsanların başka kaygıları vardır; istekleri, duyguları, inançları, parasal maksimizasyon güdüsünün sağlayamadığı ve sağlayamayacağı tatminlere ihtiyaç duyar. “Yan dükkan daha siftah yapmadı, ona git.” diyen esnafın düşünce dünyasını, ortada devletçi hiçbir emare olmamasına rağmen bir zaaf gibi gören düşünce işte bu yüzden ideolojiktir. O adamın hayat amacı da mutlu olmak, ama bu mutluluğu komşuları ile birlikte huzurlu bir sakin bir kasaba toplu yaşantısında arıyor, komşusu pahasına zengin olmakta değil. Ve buna da ulaşmışsa kim diyebilir ki bu insan komşu dükkanı batırmayı ve müşterilerini kapmayı, bunun için her gün geç saatlere kadar hırsla çalışmayı, işinden ötürü bin türlü strese girmeyi ve kanser olup ölmeyi hedeflemek yerine evine akşam olunca gittiği ailesiyle vakit geçirdiği ve kanaat ettiği için aptaldır. Tabii bu böyle denmez de kapitalist institution’ları olmadığı için Osmanlı geri kaldı denir, ama bu da onun başka bir dilde söylenişi. Osmanlı devletinin musiki’de, hat sanatında, edebiyatta, devlet işleyişinde ve geleneklerinde en geliştiği devri bize gerileme devri olarak anlatan, ileriyi-geriyi ülke sınırlarının genişliğiyle ölçen ve bir “giriş, gelişme, sonuç”’a uydurulmuş askeri-iktisadi tarih anlayışı da bu modernist tek boyutluluğun bir parçası. “Fazla dindar olduğumuz için kanaat ettik, geri kaldık” diyen bakış da bunun bir parçası, “Az dindar olduğumuz için çalışmadık, geri kaldık” diyen bakış da bunun bir parçası. Ticari gelişmelerin insanları gereksiz yere sınırlayan Katolikliğin protesto edilmesine yol açtığını düşünmek yerine Protestanlığın daha “ekonomi odaklı” bir insan modeli ortaya çıkardığına ve bu sayede batının kalkındığına inanmayı seçen insan da bunun bir parçası. Bunların hepsi aynı ekonomizmin farklı yüzleri. Ticaret yollarından, coğrafi keşiflerden iklime, demir-kömür kaynaklarından nüfusa, insan davranışını da tesadüfleri de içeren onlarca ekonomik ya da tarihsel faktör varken bireyin ne kadar “rasyonel ve ekonomik” zihniyetli olduğu dışında değişken içermeyen bu ekonomizm anlayışı, basit bir modeli işlevselliğinin ötesine taşımak ve modele sığmayan örneklerin ayaklarını kesip atmak, yetişmeyenleriyse uzatmaya çalışmaktan başka bir şey değil, ve elbette son derece iç sıkıcı ve ideolojik.
Üstelik modern. Belki de en kötüsü bu: Çünkü bu yüzden iktisat ve iktisada dayalı bir dil de bizatihi modern olanla eşanlamlı hale geliyor, aynı oranda sıkıcılaşıp ideolojikleşiyor: Aslında modern düşüncelerin ilki olan liberalizm de diğer modern düşünceler gibi skolastik olanın eksiklerinden türemişti ve onun kendi tutarlı dairesinde açıklama getiremediği, bir arada çözümleyemediği ve bu yüzden yok saydığı talepleri karşıladığı ölçüde üstündü. İnsanın eylemlerine kendi hür iradesi ile karar vermesi gerektiği, diğerleri ile eşit yan sınırlamalara sahip bir dünyada yaşama hakkı olduğu gibi anlaşılır şeylerdi bunlar. Sonra işte iktisadın öngörüleri serbestliğin avantajlarına faydacı birer kanıt olarak sunulmaya başlandı, bu da doğruydu, sonra birileri çıkıp faydayı maksimize ettiği için serbestliğin doğru olduğunu söylemeye başladı. Sonra faydayı ne maksimize ediyorsa o doğrudur oldu, sonra iktisadın “faydasını maksimize etmeye çalışan rasyonel bireyi”, “örnek birey” oldu, sonra bu iş yolundan iyice saptı ve iktisadi dil üzerinden konuştuğu ölçüde liberalizm de aynı ölçüde sıkıcı ve ideolojik geliyor artık bazılarımıza. Ki iktisat gerçekte böyle bir şey değil, akıl yürütmenin bir türü aslında sadece, yani paraya P, ahbaplığa A, komşuluğa K diyemememiz için ne sebep var ki?
Şimdi peki tekrar dönelim: Tiyatro ile ya da BBC ile un fabrikası bir mi? Değildir, doğrudur olmadığı, benim için de değildir. Ne yazık ki un ihtiyacı ile tiyatro ihtiyacı arasında herkes açısından geçerli olabilecek nasıl bir fark olduğunu kimse söylemiyor. Gerçekten bilmiyorum ve o fark her neyse onu sadece hissetmek ve onun akabinde şikayet etmek yeterli değil, bunu ifade edebiliyor olmak fazlasıyla önemli, çünkü gerçekten bir problem olup olmadığını o ifadelendirmeyi test ederek anlayacağız. Bunun için mi demiştir Wittgenstein bilemiyorum, ama “Anlatılamayan sorunun üzerinde susulmalıdır.” büyük bir laf. Geçen yazımda uyuşturucunun diğer mallardan ayrı bir kısıtlamaya tabi tutulmasını rasyonalize etmeye çalışırken şöyle bir şeyler demiştim:
“Kimse gömlek, cep telefonu vs üretilmesine karşı değil, ama cep telefonu, gömlek vs üretenler dahil herkes birden aynı şekilde uyuşturucunun bir problem olduğunu düşünüyor, bunun serbest satılmasını savunanlar bile bunu probleme bir çözüm olması için savunuyor.”
Kendi adıma gerçekten bunun önemli bir ayrı kategoride değerlendirilme sebebi olduğunu düşünmüşümdür, sizi ikna etmiş ya da etmemiş olabilir. Ama tiyatro için, ya da BBC için aklıma böyle bir şey de gelmiyor. Ve herhangi bir insan olarak, bir vatandaş olarak uygulamayı yapan devletten böyle bir gerekçe beklerim. Bu “başka gerekçe” ortaya konmadan DT ya da BBC ile un fabrikasının bir tutulamayacağını söylemek de “Başka bir dünya mümkün” diyen solculardan çok farklı bir tavır olmuyor, sadece iktisadi dilden ürken, anti-modern bir tepkiselliğin ifadesi gibi de gözükebiliyor hatta.
Bizim marjinal üniversite solcuları da bir anlamda böyle: “Kapitalizmin git gide daha sıkı örgütlediği toplumda, tüketimle felç edilmiş zihinler…” diye aynı şeyden, ama yeniden ifadelendiremeyecek biçimde, kendilerinden başka kimsenin türetemeyeceği analitik olmayan cümlelerle bahsetmeyi bilirler, buna karşılık “tüm insanlar, doğaları gereği kendi çıkarlarını düşünür.” gibi düpedüz ideolojik ve yanlış bir cümleye slogan atmak dışında cevap verebilen pek çıkmaz. Bu yüzden de bu konularda doğru düzgün bir temel ortaya koyan yegane adam onların peygamberi olur, kendinden öncekilerden farklı bir şey söylediği için değil. Sadece söylediklerini, sömürü dediği şeyin niteliğini, yabancılaşmanın ortaya çıkışını doğru ya da yanlış iktisadi dilde ifade edebildiği için. O iktisadi dilin kendi içinde tutarlılığı sayesinde bir felsefe bir tek adamın sayesinde milyarlarca insan tarafından anlaşılabildi. Çünkü iktisada dayalı bir liberalizmde en kırılgan nokta olarak işsizliği keşfetti ve “Bu tahta yaş, bu ağırlığı kaldırmaz.” dedi. O zaman sosyal konumları gereği işsiz kalma ihtimaliyle karşı karşıya olan kitleler bunu kimlikleştirebildiler. Ama sonra iktisadi dilin piyasacılara ait olması olgusu o derece ezici bir psikoloji oluşturdu ki solcular o dili içselleştiremedi korkudan, dünya değişti; bir başkası çıkıp da benzer bir ifadelendirme yapamadı ve bütün sol kitaplar beş para etmez, tutarsız, ya şikayetname, ya da niye olmadığına dair mazeretname.
“Başka bir dünya mümkün.” ile olmuyorsa bu bize ders olmalı. Liberalizmi de düz bir piyasa kapitalizmi ve modernizmden ayrı bir bağlamda da tanımlayabilmek, anti-modern bir liberalizm kurgulayabilmek isteyen kişi için iktisadi dili kullanmak irrite edici olabilir. Ama böyle dertleri olan insanlar kendilerini mantığın, ya da iktisadın ya da bilimin kurucu bir modernizmin aletleri olduğu şeklindeki, aslında kendisi modernist, varsayımdan kurtarmalılar ve düşüncelerine sezgisel bir muhafazakarlığa atıf yapmanın ötesinde kanıtlar aramalılar.
Budur benim yorumum. Bu yazıyı okuyan herkesin mübarek Ramazan bayramını kutlar, bayramı evlerinde, aileleriyle ve huzur içinde geçirmelerini dilerim.

0 Yorumlarz:

Yorum Gönder

<< Home