Liberal Konsey

10.13.2005

Bitmeyen senfoni

Üniversitelerdeki solcu hava bir şeyi meşrulaştırmaz tabi, böyle anlaşıldıysa yanlış ifade etmişim. Sadece Yayla'nın savunmacı psikolojisinin altında yatana dair bir tahmindi. Öte yandan gençliğin hedonist ve nihilist olduğu doğru, ama bunlar zaten politize olanlar değil ve neyi tercih ettikleri kimseyi ilgilendirmiyor. Onlar rassal olarak babalarından miras partiye oy verirken siyasi eylemleri sadece solcular yapiyor, dergileri onlar çıkarıyor vs.
Yayla’nın savunmacı psikolojisi yanlış olabilir, ama ben onun gene görüşlerinde neyin yanlış olduğunu söylemeyi tercih ediyorum, kimin savunma psikolojisiyle konuştuğunu ve bu yüzden o kişiyle konuşmaktan bir sonuç çıkmayacağını değil. Sırf birileri kendisinin söylediklerinin savunma psikolojisi ile söylendiğini düşünüyor diye görüşlerinden kim vazgeçer?

Öte yandan :
-----------
Aynı şekilde devletin var olduğu bir siyasal-ekonomik yapılanmada devlet belli temel fasiliteleri girişimciye sunduğu için piyasadaki oyuncunun kendi ütrettiğinin yüzde yüzünün kendi mülkiyeti ve tasarrufunda olduğunu düşünmesi söz konusu olamaz.
---------
paragrafı benim için de tamamen doğru. Yayla’nın görüşlerini aynı noktalarda dönüp durmakla eleştireceğimize klasik liberalizmi bu şekilde test etmeye çalışabiliriz. Bunları söylemeyeceksek “Hep aynı kaynaklardan yararlanılıyor, hep aynı konuların üzerine gidiliyor” veya her ne deniyorsa boş bence. “Niye Hans Hermann Hoppe bu kadar büyütülüyor veya onun söylediklerine önem veriliyor, kim tanıyor bu adamı, Norman Barry filozof mudur, yoksa sadece akademik midir” diye de sorabiliriz mesela, bir başka örnek olarak. Ama sadece bunu sorup bir değişim beklemek saçma, Hans Hermann Hoppe’nin söylediği şeyler arasında beni tatmin eden çok az şey olmuştu. Ama neyin tatmin edici olmadığını konuşmak lazım, yoksa “Kimdir Hans Hermann Hoppe, gene aynı tayfadan bir adam, bu kadar kısıtlı bakarsak gülerler adama…” türü bir serzeniş etmemeliyiz. Bana bir demirci ustası statik hesap konusunda atıp tutsa bile vereceğim cevap olmalı. Bu bir futbol sorunu, zemin değil o yüzden. Öte yandan ortalık her yazısında neo-liberalizme küfür ederek rahatlayan yazarlarla dolu. Bunların da hemen hepsi üniversitelerde hoca ve Yayla’ya benzer bir düzlemde dergicilik, seminer gibi işlerle meşgul bir çoğu, bunların eskiden savunduğu haliyle sosyalizm öldü, ama “ultraliberallere” saydırmak baki kaldı, hatta arttı maalesef ve benim demek istediğim Yaylanın da kendini aynı düzlemde bulunduğu bu insanları takip ederek konumlandırdığı ve o sosyalizm sayılarının böyle ortaya çıktığı, bu bir ihtimal tabi. Geçen de biri üşenmeden Hayek’i eleştirmek için bir gazete sayfası yazı yazmış durup dururken, işte bu adi neoliberallerin babası bu adam Şili'de faşistlere nasıl destek oldu aslında falan gibi (sosyalizm sayılarına kızanlara duyurulur). Görüşlerinde pek bir şey eksilmediği, bunca yabancı örneğin aksine hiç de bir yeni açılım falan da yapamadıkları ve halka en ufak bir mesaj iletemez hale geldikleri halde sosyalistten antikapitaliste dönüşümleri ve cogunun da Turkiye'nin yeni yeni kurtuldugu devlet merkezli sistemle arasinin bozuk olusu onlarin söylemlerinin post cold war gibi yeni algılanmasına yolaçıyor, ama Yaylanın sosyalizme sövmesi soğuk savaştan kalma görünüyor, tuhaf bir durum.
Her neyse, amaç futbol oynamak diyorsam topu ayağıma alıyorum ve klasik liberalizme ilişkin kendi eleştirilerimi sıralamaya başlıyorum, ilk defa yazılı olarak, ama tekmili birden değil. Olması gereken bu ve bana klasik liberalizmi savunmak isteyen beri gelsin. Ya da Atilla Hoca’nın ya da Sertaç’ın bunlara ne cevap vereceğini tahmin eden de gelebilir.
Çok basit, her zaman bağlayıcı olmayan bir gözlemle devletin çoğu zaman "kazanılmış mülkiyetin güvenliğini" sağlamanın ötesinde pazarın kendisini de sağladığı rahatça söylenebilir. Sonuçta müşterilerinizi sizin dükkanınızın etrafına hapseden bir dikenli tel örgü ile çeviren bir kurum bu ve hemen her devlet "iç sanayinin güçlenmesi için" ithalata kısıtlar koyar az veya çok. Bunu yapmaya hakkının olup olmadığı, ya da doğal durumdan böyle bir uygulamanın kendiliğinden gelişip gelişmeyeceği sorgulanabilir ve sorgulanmalıdır da. Fakat bunların dışında olarak ithalat üzerinde kısıtlar koyan bir devlette bu sayede ayakta kalan sanayici veya işadamları varsa elbette devlete kendilerine sağladıkları müşteri portföyü için de bir ekstra ödeme yapmalıdırlar, çünkü devletten aldıkları hizmet güvenlik hizmetinden kat kat fazladır, ve devlet de o aldığı fazla parayı tüm topluma harcadığında bir "backdistribution" yapmış olur (redistribution degil, yoksa böyle bir terim ben uydurmus olayim) ve global pazarda alışveriş yapamamanın sonucunda müşterinin uğradığı zarar bu şekilde teorik olarak telafi edilir.
Bu fazla verginin odenmedigi bir durum polise yetecek parayla hem polis hem de asker beslenmesidir. Hiç bir sanayici veya işadamı da böyle bir ekstra vergiye itiraz etme hakkına sahip olamaz, (ancak fazla gümrük vergilerini kendileri yanlış buluyorlarsa ve istememişlerse ahlaken halen bu vergiden kaçınma hakları saklı olabilir). Mesela yani, işte size klasik liberalizmin benim cevap bulamadığım bir sorunu. İthalat sınırlamaları kaldırılsın demek ayrı iyi bir şey, mallar değiş tokuş edilsin serbestçe. Tamam, ok. Ama ya oyle degilse, hatta oyle olmamasi bizzat ve gercekten demokratik bicimde agirlikli secilmis bir iktidar sayesindeyse. Nitekm devlet topluma dışsal bir güvenlik şirketi olmanın çok ötesinde bir organizasyon biçimidir, bunu yadsıyamayız. Neden ordu besliyoruz da daha güçlü bir devletten "Senin ordun büyük, bizim bölgeyi de koru, neyse parası ödeyelim" demiyoruz. Klasik liberalin veya klasik liberal olarak başlamış ve sonra kesmediği için önce liberteryen sonra anarko falan diye gitmeyi kendince aşama kaydetmek sanan çömezin buna cevabı ne olurdu? "Yapalım, yapmalıyız zaten, daha iyi olur özel güvenlik şirketleri, rekabet için de, hem daha iyi hizmet alırız." Peki bu "Neden yapmamışız öyleyse?" sorusuna bir cevap oluşturuyor mu? (Çünkü aptalız, toplum aptaldır, ancak akıllı bireyler olarak biz akıl ediyoruz mu?) Neden yapmamışız, çünkü insanlar bu konuda ancak "paradigma" kavramıyla açıklanacak ölçüde farklı görüyorlar durumu ve bu basit bakış açısı da neden insanların öyle baktığını açıklayamıyor. Nedir o farklılık: "Biz" ve "onlar" kavramlarının "müşteri olarak ben" ve "hizmeti satan olarak o" kavramlarından çok daha öte bir çağrışıma sahip olması. "Onlara" güvenmememiz ve güvenmeme hakkımızın olması, ve bunun bir “common knowledge” halinde sosyal bilinçte yer etmesi. Ve bu şekilde düşünen bir çoğunluğun piyasa yönelimine uymayan bir şekilde kendi güvenliğini sağlamak için kendi teşkilatını kurmaya kalkışması böyle ortaya çıkar, bu 18.’de de, 19. yüzyılda da böyle oldu. Hangi güvenlik şirketinden bahsediyoruz? (Bazıları ulus devletin gerçekten de bu şekilde ortaya çıktığını, ama zamanın değiştiğini ve sınırların kalkması globalleşme sonucu artık devletin sadece güvenlik hizmeti verecek şekilde konumlanabileceğini söylemekte. Bir yönüyle doğru, ama liberaller, ulus devletler böyle tek tek yerden biterken de devletin sadece güvenlik hizmeti vermesini istiyorlardı, arada da öyle istediler, şimdi de öyle istiyorlar. Bunun şimdi mümkün olduğu kısmen doğru bile olsa liberallerin bunu ezelden beridir mümkün görme sebebi bu yüzden teknolojinin ticaretin gelişmesiyle değil, ancak gerçekten tarihdışı bir tür bakış açısıyla açıklanabilir. Liberalizm sonsuzdan beri azalarak gelen devlet müdahalelerinin arkasından bu iletişim çağında ortaya çıkmış bir ideoloji değil ki? Bir "insan tipinden" ve “özel bir insan davranışının” karakteristiklerinden hareket eder liberalizm, “ekonomizm” teriminde en iyi ifadesini bulan, tarihten-toplumdan doğrulayıcı örneklerle değil tamamen insan yapısından yola çıkan bu haliyle belki de, öyle meta falan olmak bir yana, "ideoloji" tanımını en fazla hak eden düşünce sistematiğidir. Liberalizm insanların ekonomik yönelimleri doğrultusunda nasıl tepki vereceklerini doğru açıklıyor, ama insanların yönelimleri arasında ekonomik çıkarlardan daha öncelikli ve yaygın olanlar bulunması durumunda, mesela "biz faktörü" devreye girdiğinde, şaşakalıyor, ki bunlar çok uzun ayrı birer sadet hepsi.)
Bu ithalat kısıtı sadece bir örnek tabii devletin toplumla bir güvenlik şirketinden öte bağlarına dair. Bir işçi de kendi ihtiyaçlarını karşılayacak, organizasyonunun içinde doğrudan yeralacağı, parçası olacağı bir kurum gibi görebilir devleti ve öyle olmadığı sürece liberal devlet anlayışını serbest çalışan, yetiştiren ve satan çiftçinin devlet algılaması olarak görebilir, oysa devlete farklı bir amaç algılamasıyla sahip çıkıyordur kendisi. Ve eline fırsat geçtiğinde de bu tür bir devlet için seferber olabilir. Çoğunluğa sahipse istediği devleti kurabilir ve sadece ekonomik anlamda devletin egemen olmasını istiyorsa ahlaken de haklı olması için tek yapması gereken mallarını "bedeliyle" kamulaştırdığı çiftçi vatandaşlara vatandaşlıktan çıkma hakkı tanımak olabilir. Azınlıktaki çiftçi vatandaşlar mülkiyet haklarının, kazanımlarının korunmasını isteyebilirler, ve bu karşılanması zorunlu bir istektir. Ama azınlıktaki bu vatandaşlar herkesin onların istediği rejimde yaşamasının da bir zorunluluk olduğunu, çünkü ancak böyle bir rejimde "kendilerini gerçekleştirmek için motive olabildiklerini" ve bu motivasyonun da çoğunluğun tartışamayacağı bir doğal hak olduğunu iddia edemezler, kimilerinin sandığı gibi insanlığın mukadderatının kendi motivasyonlarına bağlı olduğunu hiç iddia edemezler.
Bu biraz da bir apartmandaki ev sahiplerinin apartmanı müteahhite verip daha yüksek bir bina ve ikişer daire olarak geri almayı istemelerine benziyor. 6. kat ön taraftaki adam "Ben halimden memnunum" diyorsa ve çıkmaya yanaşmıyorsa onun yüzünden mesela 23 ailenin mağdur olması o kişinin bireysel hakkına saygı olarak görülebilir mi? Görülebilir, ama o zaman altındaki 5 katı dozerler yıkınca da havada durmak için bir formül aramaya başlaması lazım. Çünkü kendi evini apartmandan ayrı bir dikdörtgen prizma gibi görebiliyorsan ve bu dikdörtgen prizmanın üstü altı beni ilgilendirmez diyebiliyorsan başka birilerinin de aynı şekilde düşünme hakkını tanımış olursun. O yüzden mülkiyet hakkının tanınması ve gerekli tazminatlar ayrı birer bireysel hak, ama apartmanın bütünlüğünün korunması konusu kendi başına karar verebileceğin bir konu değil. Tek gazoz açacağı bende, o zaman tüm gazozlar benim diyebilir miyiz ki?
Her neyse. Doğan'ın ilettiği liberalizm eleştirilerine, ki benim düşüncelerimin de bu doğrultuda olduğunu daha önceki bir buluşmada aktarmıştım, katılıyorum. Bu tür bir klasik liberalizm eleştirisi üzerinden gidip toplumsal ihtiyaçla ne doğrultuda çeliştiğini (daha doğrusu hak hukuk anlayışımızı toplumun niye paylaşmadığını) düşünmek daha faydalı geliyor bana. Eğer klasik liberalizm’de bu ve benzeri boşluklar yoksa Tercih en iyi romandır yazılmış ve BBC’yi özelleştirmemiz de gerekiyor dolayısıyla ve daha fazla da kitap okumamıza gerek yoktur, bize LDP yeter hatta. Ama Maltepe’de bu soruların cevabı “Oradan aşağısı hep kaplumbağa”* ile bitiyorsa bunu ancak bu soruları önce kendimize, sonra başkalarına sorarak anlayabiliriz, ve oyun biliyoruz ve yerimiz de dar değil.
*rivayet edilen odur ki Bertrand Russell bir halk seminerinde dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneşin etrafında döndüğünü anlatıyormuş. Seminer bitince herkes alkışlamış, ayağa kalmış. Russell tam kürsüden inmiş çıkışa doğru giderken yanına bir yaşlı kadın yaklaşmış ve ona güzel ve mantıklı şeyler anlattığını, ama dünyanın bir kaplumbağanın sırtında durduğunu ve bunu da herkesin bildiğini söylemiş. Russell gözleri parlayarak peki kaplumbağa neyin üstünde duruyor demiş ve kadın cevap vermiş: “Sen çok zekisin delikanlı; ama, oradan aşağısı hep kaplumbağa.”

0 Yorumlarz:

Yorum Gönder

<< Home